EY ERDOĞAN YARGISI; QUO VADİS? (2) - R. Faruk Güzel
Şu yazıyı kaleme aldığımız sırada -AİHM kararına rağmen- rehinelik durumu devam etmekte olan HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Silivri’deki duruşması devam ediyordu.
Demirtaş’ı yargılamak için toplanmıştı heyet ama şimdi Demirtaş onları yargılıyor, bütün tarihin ve dünyanın gözü önünde! Bir önceki yazımda ‘Erdoğan Yargısı’nın -adeta bir Amok Koşucusu gibi gittikçe artan- ölümüne koşusunun bir özetini çıkarmıştık. Zira son gündemi bir hayli yoğun ve çılgınca idi… Bu çılgın gidişatını uluslararası arenaya da taşımıştı artık.
Bu gidişatını özetlerken, bu sui generis (nevi şahsına münhasır) yargıya, Hz. İsa ile Aziz Peter arasında geçen bir hadiseden yola çıkarak “Quo vadis?” (Nereye gidiyorsun?) diye sormuştum. O rivayette havari Peter, İmparator Neron’un zulmünden ve çarmıhtan kurtulmak için Roma’dan kaçarken yolda Hz. İsa’ya rastlar ve ona ‘Nereye gittiğini’ sorduğunda, onun ‘Roma’ya tekrar çarmıha gerilmeye’ gittiğini öğrenir, bunun üzerine görevini tekrar hatırlayan Peter kendisini toparlar, asli işine geri döner ve nesiller boyu Aziz (Saint) olarak anılmasını sağlayacak faaliyetlere girişir.
Bu yazılarımız da eski bir mesai arkadaşları olarak, ‘Yargı’ya tekrar asli görevlerini hatırlatma, yoksa başına gelebilecekleri bildirme adına bir çağrı. Bunu yapmakla mesleklerinin azizleri olarak anılabileceklerini, yoksa zelil olarak tarihe geçebileceklerini ikaz etme de denebilir.
EĞER HAK İÇİNSE… YA DEĞİLSE?!
Muktedirlerin güdümüne giren ve bir plan dahilinde yapılan çalışmalarla hedef aldıkları beş bin kadar meslektaşlarını kurmaca bir darbe ile meslekten atan, özgürlüklerinden eden ve hatta canlarından eden bir yargıdan bahsediyoruz.
Kendi içlerinden çıkan, öz evlatları, kardeşleri sayılan bu ayrıştırılmış insanları kupkuru bir insanlık çöllüne bıraktılar, ademe mahkum ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) Hâcer ile İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu yere bırakıp giderken Hacer, “Ey İbrahim! Bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun?” (Fe eyne tezhebun?) diye seslenmişti. Ses alamayınca bu sefer:
“ Bizi burada bırakmanı sana Allah emrettiyse amenna. Öyleyse Allah bize yeter.” diye eklemişti Hz. Hacer… Bu kadar yargı mensubunu yokluk çölüne atan bu yargı, bunu ‘Allah için, Hak /Hukuk için’ yaptı ise eyvallah. Yok eğer bunu hasedinden, kıskançlığından, bir ‘Tek Adam’ın gözüne girmek için yaptı ise, onun rızası için yaptı ise… Ne diyelim! Haset ve kıskançlık duyguları ile kuyulara attıkları Yusuf’u yıllar sonra karşılarında gören ‘Kardeş Katili’ kardeşlerinin: “Kâlû tallâhi lekad âserekellâhu aleynâ ve in kunnâ le hâtıîn.” “…Ve biz, elbette günahkârlardan olduk.” diyeceklerdir elbet!..
Kuyularda çıkış yolları arayan bizlere kalan ise: “Artık bana düşen, güzelce sabretmek” (Yusuf/18) demek! Atıldıkları zindan ise “davet ettikleri şeyden daha sevimli.” (Yusuf/33)
SİZDEN ÖNCE O MAKAMDAKİLER
Hatırlar mısınız Ergenekon savcıları vardı, hakimleri vardı bir zamanlar, güçlü/ kudretli; neredeler şimdi, ne oldu? İstedikleri paşayı alıyorlardı, istedikleri gibi dosyaya yön verebiliyorlardı. Dönemin başbakanı onların kefili idi, hatta “Ben bu dosyanın savcısıyım” diyerek onlara mesai arkadaşlığı yapıyordu. Aslında o dosyaların hem en-başsavcısı, hem başyargıcı idi. “Bazen bir kitap bombadan daha tehlikelidir” diyerek Ahmet Şık gibi gazetecilerin kitapları hakkında ictihadlar oluşturuyordu.
O başbakan (Erdoğan) öyle ki kendi zırhlı arabasını dahi o savcıların en meşhuruna, Zekeriya Öz’e tahsis ediyordu, onun için: “Heykeli dikilmesi” gerekir diyorlardı. Şimdi aynı kişiler, o savcılara ağza alınmayacak küfürler ediyorlar.
“O davalar haklı mıydı, haksız mıydı?”, o tartışmalara girmek istemiyorum. Bu konuda yazılmış bir makalem, bir de yapılmış röportajım var, bazı şeyleri tekrar etmeme adına, oradaki ifadelere havale ediyorum. Ki daha söylenecek çok şey vardır ama mevzumuz o değil. Zaten o davalar hakkında konuşması gerekenler de, o davalara bakmış olan hakim ve savcılar. Ergenekon ve Balyoz davalarına bakmış olan hakim, savcıların büyük kısmı hapiste ve hatta hücredelerde sanırım. Zekeriya Öz gibi etkili isimler ise kayıp, nerede oldukları bilinmiyor. Almanya’da oldukları yazılıp çiziliyor. Nerede oldukları bilinmez ama iktidarın da zaten onların ülkede olmasını istemedikleri kesin. Çünkü onlar konuşsa, kendilerine verilmiş talimatları açıklasalar vs, iktidarı bir hayli zor duruma sokacaklardır.
Ama onlar ısrarla konuşmuyorlar. Hala hayattalar mı bilmiyorum. Ülke şu an mafya mantığı ile yönetildiğine göre, bu yönetim onları sağ istemez artık, onların konuşmasını önlemek için de herşeyi yapar. Ve şu an da o savcıları bahane ederek ülkede yüzbinlerce insana zulmediyorlar. “O savcılar Cemaatçi idi!” diyorlar. Ortada böyle bir önkabül var. İtham edilenlerin hiç birisi bunu kabul etmedi. HSK da bu konuda olayı zımmen reddedecek kararlar aldı şu son dönemlerde. Fakat “O savcıların Cemaatçi olduğu” önkabulü ile, Cemaat mensubu olmakla, hatta FETÖ denilmekle yüz binlerce insana zulmediliyor. Ortada tam bir “Karakuşi Adalet” var. O savcılar yaşıyorsa çıkıp bu yaşananlara, ithamlara bir şeyler demeli. Onlara sorulamayanları, hukuk ve adalet adına bir şeyler demek isteyen herkese soruyorlar, hesap sorurcasına: “Ama Ergenekon’da da…”
Benim gibi kendi halindeki bir ceza hakimine bile kaç kere soruldu. Lakin ben, kendi davalarımdan sorumluyum. Sorulursa da onlardan hesap veririm. Hatam olduysa da hatalarımı savunmam, arkasında durmam. (Kimsenin avukatı, vekili de değilim. Ki, vekaletsiz iş görmek de suçtur zaten..) Varsa hatam çıkar özür dilerim, bir izahım varsa da çıkar açıklarım. Bagajımda da kimsenin yükü yok. Kim hata yaptıysa, yanlış yaptıysa yanlıştır arkadaş! Yanlışı kim, ne saiklerle yapmış olurlarsa olsunlar, yapılanın adı yanlıştır.
Dedim ya, mevzumuz başka. Mevzumuz şu, bir zamanlar siyasilerin, hükümetlerin el üstünde tuttukları yargı mensupları, işleri bitince bir anda köşeye atılabilirler. Hatta döner dosyanın bütün hatalarını, veballerini de onların üstüne yükleyip bir kenara çekilirler. Türkiye’deki kirli siyasetin “raconu” bu!
HAKİMİN KENDİNE HAKİMLİĞİ..?!
Önünüze dosya geldiğinde bakmayacak mısınız yani? Yargı mensubusun, hakim ya da savcı; önüne hangi dosya gelirse gelsin bakacaksın, eğer bakmana mani (akrabalık, yakınlık vs gibi) özel bir durum yok ise… Ama içeriği ne olursa olsun adil bir yargı mensubu işini yapar, kanun ve hukuk çerçevesinde. Hele hakimler, kararları ile konuşurlar. İşini yaparsın, kimseye zulmetmezsin, kararını verir geçersin. Nerede siyasilere, dışarıdan birilerinin telkinlerine kulak vermeye başlarsan, konjonktürel hesaplara girersen, işte orada işin biter! İçilecek bir bardak berrak suya bir damla necaset damladığında bütün suyu mundar etmesi gibidir bu.
Bu, sadece siyasi telkinler için değil, sosyal, ailevi, medyatik telkinler de olabilir… Sana yanaşıp kulağına fısıldayabilirler; “Şöyle kararlar versen iyi olur, hem Türklük için, hem vatan için, hem bilmem ne için”… Farazi konuşmuyorum. Yaşadıklarımdan yola çıkarak yazıyorum bunları. “Böyle karar verirsen bakanlık, hükümet memnun kalır bak, bunun karşılığını da görürsün.” Ya da sağdan yaklaşıp, daha çeltirici telkinlerle… Kimin üzerinden bu hesaplar: Bir insanın yaşamı ve özgürlüğü üzerinden.
Senin tek kıstasın Hak/ Adalet olduktan sonra, başkalarının telkini sana vızıltıdan ibarettir. “inançlı birisiyim” de diyorsan, bil ki “bir saat adaletle hükmetmek bir yıllık ibadetten evladır”. Kuran, gerçek inananı şöyle tanımlar: “… Ve Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.)”
Sen istikametini doğru al, sonra korkma kınayanın kınamasından.
BİZLER DE O KÜRSÜLERDEYDİK
İhraç olmadan önce Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görevli bir hakim idim. Bu mahkemeyi bilenler bilir; zamanında KCK’sından, Tahşiyesine, oradan Hizbullah’ına, akla gelecek hemen her terör davasına bakmış meşhur bir mahkeme. Doğu deyince Diyarbakır’ın önemi öne çıkarken, mahkemeleri arasında da 6. ACM daha bir bahse konu olmuş…
O yargılama esnasında sanıklardan çokça duyulmuş bir cümle var: “Gün gelecek sizler yargılanacaksınız, bizim durduğumuz yerde sizler duracaksınız.” Bu cümleye, Ergenekon yargılamalarında da çokça rastlanmış. Bu bir temenni miydi?
Bence bir öngörü. (Sosyal medyaya düşen konuşmalara göre ETÖ’den yargılananlara bunun sözü verilmiş, oradan biliyorlardır, o ayrı.) Bence eski yargılamadakiler şunu çok iyi biliyorlardı:
Bu ülke, bu topraklar bir medcezirer deryası. Siyasi gel-gitlere göre mağrurlar ve mağdurlar, yargılayanlar ve yargılananlar yer değiştirir dururlar. Dönemin şehvetine kapılanlar ve haddi aşanlar olabilir; bunlar ileride müstahakını bulur. Ama arada düzgünce işini yapmaya çalışanlar da yanar gider; “kurunun yanında yaşta yanar” hesabı…
Bizim mahkemeye dönelim, kendi gerçekliğime… O KCK vb davalara bakan yargı mensupları şimdi nerelerdeler, ne haldeler? Muhtemelen çoğu hapiste. O mahkemelerin devamına yetişmiş birisi olarak ben de ülkesinden çok uzaklarda… Devlet ve iktidar şimdi olmuş olacak herşeyden bizleri sorumlu tutuyor. Diyarbakır’da görev yapmış olan neredeyse bütün hakim savcılar darbeden bile sorumlu tutuluyor, yargılanıyor. Ben de onlardan birisiyim; darbeden en az 10 ay önce yurtdışına çıkmış olmama rağmen.
Ama bu siyasilere bir günah keçisi lazım. Her yaptıkları manevradan sonra makas değiştirirken, “aldatıldık” deyip birilerini kurban ediyorlar. “Günah keçisi”ni bilirsiniz değil mi:
“Günah keçisi”, suçsuz olduğu halde başkalarının suçu üzerine yüklenilen kişi ya da topluluklara denir. Kaynağı, Eski Ahit’deki Kefaret Günü ayinlerine kadar uzanır. O dönemler Yahudiler günahlarını, kurayla seçtikleri bir erkek keçiye yükler ve bu garibanı Kudüs dışında bir uçurumdan aşağıya atarlarmış. Bu ritüeli de Azazel adlı kötü ruhu yatıştırmak ve kavimlerini “günahlarından arındırmak” için yaparlarmış. Antik Yunanistan’da ise bu işi daha da abartmışlar; veba ve benzeri afetleri “def etmek için(?)” -günah keçisi olarak- insanları kullanmışlar!
Günümüz Türkiyesi için ne kadar tanıdık değil mi?!
“Derin Devlet”i, “Askeri Vesayet”i, “Doğu’nun bölünmesini önleme, terörle mücadele” gibi iddialı ülküler(?) doğrultusunda bir çok kamu görevlisi (hakim, savcı, asker, polis vs) seferber oldu dönem dönem. 80 öncesinde “Gızıl Gomanistler”e karşı ülkeyi savunma ülküsüyle hayatlarını ve özgürlüklerini feda eden ülkücüler çok iyi bilir bu devlet tezgahını! “Kadim” denilen devlet, dönem dönem insanları birilerine karşı kullanır, sonra atar, yoluna devam eder. Önceliği insan olsa öyle bir devletin, bir insanın bile burnunun kanamaması için önce kendisini düzeltir. Ama karşımızda şizofren, paranoyak bir devlet zihiyeti var ve tedavi kabul etmiyor.
HERKESE DÜŞEN: MUHASEBE!
Herkesi muhasebeye çağırırken, ben de kendimle ilgili kısma hazırım…
Avukatlıktan hakimliğe geçmiş birisi idim. Avukatlığım dönemimde de aktif bir çalışma hayatım vardı. Sık sık yurtdışına çıkıyordum, eğitim faaliyetlerine katılıyordum ve yurtdışı gezilerimde eski JİTEMCİ Abdülkadir Aygan gibi isimlerle, Kemal Burkay gibi Kürt aydınları ile görüşme, konuşma imkanım oldu. Canlı şahitleri ile devletin ne kadar bir canavara dönüşebileceğini gördüm. Aygan’ın, Diyarbakır’da “Devletin bekası için öldürülen insanlara” dair anlattıkları halen kulaklarımda çınlar. Ya da Öcalan’ın avukatlığını da yapmış olan Hüseyin Yıldırım’ın Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü işkencelere dair anlattıkları!
Bu bilinçle hakimliğe geçtiğimde hep temkinle hareket etmeye çalıştım. “Devlet refleksi” adı altında insana nasıl yaklaşılabileceğini bilerek hep teyakkuz ile hareket etmeye çalıştım. Ta ki odamı basıp ihraç ettikleri güne kadar… Kırılma, gönül koyma; olmadı desem yalan olur, insanız sonuçta. Linç kampanyası ile adım adım geldikleri, kendimi güvende hissetmediğim noktada ülkemi terk ederken o kadar kendimi özgür ve içhuzuru içinde hissetmiştim ki!.. Bonservisini eline almış bir futbolcu gibi istediği yere gidebilecektim artık. Çünkü her nereye gitsem, ne yapsam: “Ülke ve millet için daha faydalı ne yaparım?” saiki ile geri dönme güdüsü içindeydim önceden… Şimdi ise gemileri yakılmış olarak, sadece karşı kıyı vardı benim için.
Hatalarım, yanlışlarım olmuştur. Ama kastım olmadı! Yanlışlarımla yüzleşmeye hazırım. Yanlış yaptıklarıma özür dilemeye, izahat isteyenlere açıklama yapmaya hazırım. Ya diğer hakim, savcılar? Çoğu hapiste, konuşabilecek durumda değil. Kimini hükümle birlikte saldılar, Yargıtay’dan gelecek neticeyi bekliyorlar, başlarının üstündeki “Demokles kılıcı” ile. Yurtdışına çıkabilen bir avuç insan ise kendisini halen güvende hissetmiyor. Çünkü “Erdoğan’ın Kolları” her yere uzanabiliyor. Ve herkesin Türkiye’de bir yakını, bir akrabası, bir ailesi var. En ufak bir kımıldanmanızda geride kalanlarınıza zulmediyorlar! (Aynı çaresizliği İran rejiminden kaçıp gelenlerde de gördüm; dinledim, kahroldum.)
Bana da soruyorlar: “Sen niye konuşuyorsun, tuzun kuru herhalde.” Biz ağaç koğuğundan çıkmadık, bizim de kalanlarımız var ve onlara da sıkıntı veriyorlar sürekli olarak. Ama birilerinin konuşması gerekmez mi?! Tecrübe olarak, kapasite olarak en sıradan insanlardan birisiyim, belki bana söz düşmez, o kadar ihraç olanlar arasında. Ama herşeye rağmen, ben payıma düşeni yapıyorum.
DEMİRTAŞ YARGILIYOR!
Malumunuz, AİHM kararına rağmen HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş halen rehine. Şu satıları yazdığım sırada da Silivri’de duruşması devam ediyor. Ne olduğunu, ne olabileceğini 21 Kasım tarihli bir yazımızda kaleme almaya çalışmıştık, tekrarına girmiyorum.
Demirtaş’ı yargılamak için toplanmıştı heyet ama şimdi Demirtaş onları yargılıyor, bütün tarihin ve dünyanın gözü önünde! Ve onlara en ağır hükmü veriyor, onları yokluğa mahkum edereki onlardan adalet istemeyerek! (“Yaşım 90’a da gelse, ağzımda diş kalmasa gelirim, yine de sizden tahliye istemem. Çünkü ben siyasi tutukluyum.”)
Kürtlerin içinden çıkmış olan gözü pek alim Said Nursi’in duruşunu hatırlatıyor:
“Ey hakimler! Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle itham ediyorum.” “Hâkim kendisi müddei olsa, elbette “kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım.” “Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp etmek istemem vesselâm.” Hukuksuz yargılamaları böyle reddeden Nursi, meydanlara çıkıp, “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye haykırmış da… İşte, Sn Demirtaş’ın yargılamaları, o eski “Tek Partili” ve İttihat ve Terakkili “İstibdat dönemleri”ni hatırlattı.
Demirtaş’ın duruşma salonundaki şu sözleri tarihidir ve muhatabı bütün yargı mensuplarıdır:
“Tutanağa şu şerhi geçip çekilin. “Bu koşullarda, yargı baskı altındayken, kamuoyunda oluşturulan algılar ve siyasetçilerin yaptığı açıklamalar bizim bu dosyada bağımsız ve tarafsız yargılama yapmamızı imkansız hale getirmiştir”.
Ve Demirtaş, bir hakikati çarpıyor yüzlerine bütün siyasi davalara bakanlara:
“Hukuku uygulayacak bir mahkeme gelecektir. Bugün gelmez, yarın gelir. Çünkü AKP hep iktidarda kalmayacak. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı, Erdoğan’a mı kalacak? Krala yaslanan düşer”
Hakka dayanan ise, düşse de, elinden herşeyi alınsa da başı dik gezer.
Adliyenin üçte birisi boşaltılırken, 5 bine yakın yargı mensubu kardeşleri hiçlik kuyusuna atılırken sessiz kalanlar… Şimdi muhalif siyasilere, vatandaşlara –adalet mekanizması kullanılarak- zulmedilirken lal kesilenler, hatta ortak olanlar:
Gün gelecek, sizler de o kürsülerden indirileceksiniz, öyle ya da böyle. Güce referans ettiğiniz Tek Adamlar da gidecek. Mesele şu: Hangi hislerle gideceksiniz? Öyle elinizi kolunuzu sallayarak gidebilecek misiniz? Hesabınızı verebilecek misiniz?
Hz. Ömer’den rivayet bir hadis vardır:
”Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin.”
Hesabınızı ona göre yaptıysanız, buyrun o zaman! Bir hadiste “Utanmadıktan sonra”, başka bir yerde de “Allah’tan korkmadıktan sonra” “dilediğini yap” buyruluyordu. Zaten bunlar yoksa da, bütün bu dediklerimi yok sayın zaten!
Kaynak: http://www.tr724.com/ey-erdogan-yargisi-quo-vadis-2/
Bu Yayına Yorum Yapın