O günlerde yaşasaydık… (4) — Veysel Ayhan
Allah Rasulü (sav) hezimeti Allah’ın inayetiyle sonradan zafere çevirdi. Hemen o sabah bir avuç insanla her şeye rağmen müşrikleri takip ettik. Efendimiz (sav)
Bu arada Kureyş ordusuna, korkup kaçmalarını sağlayacak haberler ulaştırmıştı.
Ve sonunda Ebu Süfyan ve ordusu “Ne olur ne olmaz.” korkusuyla hiçbir ganimet elde etmeden kaçarcasına Mekke’ye döndü.
Peki ama bu kadar ağır faturalar ödenen bir vakadan sonra neler olacaktı?
Allah Rasulü (sav) şimdiden sonra hala istişare yapacak mıydı?
Savaştan önce olanları rüyasında görmüş, reyinin açıkça söylemişti. “Müdafaa harbi yapalım” demişti. Buna rağmen çoğunluğun tercihine saygı gösterip kendi fikrini geri çekmişti.
Bu usul devam edecek miydi?
Yoksa Allah Rasulü (sav) “Ben peygamberim, vahye mazharım, artık sizin fikrinize ihtiyacım yok. -ki gerçekte öyleydi.- Ben ne dersem onu yapacaksınız” mı diyecekti?
Aslında böyle demesini umuyorduk. Bir kısmımızın cezalandırılması ve artık tüm kararların Efendimizce(sav) alınması yegâne beklentimizdi.
O gece nazil olan başka bir ayet beklentimizin boşa çıkardı.
“(Ey Rasûlüm, o bozgun ânında) Allah’ tan gelen bir rahmet eseri olarak çevrendeki ashabına yumuşak davrandın. Eğer onlara karşı kaba ve katı yürekli olmuş olsaydın (-ki öyle değilsin-) çevrenden dağılır giderlerdi. Sen onların kusurlarına bakma, onları bağışla ve idarî meselelerde onlarla istişare et. (İstişare sonucu) karar verip de artık bu kararı uygulamaya koyuldun mu, o zaman da Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül sahiplerini sever.” (3/159)
Aklın ve vahyin en kâmil haliyle kendilerinde tecessüm ettiği Allah Rasulü’ne (sav) bile istişareyle hareket etmek emrediliyordu. Böylece dâhi bile olsa kendi aklıyla hareket etme yetkisi idareci olan herkese kapanmıştı. Dileyen istişare edecek kimi zaman hezimet görüntülü zaferlere erecek; kimisi de istişare etmeyip zafer görüntülü hezimetlere yol alacaktı.
Bakalım bundan sonra istişare, vaz geçilmez bir prensip olarak yerleşecek miydi?
Bu, yeni bir şeydi. Şahsi emir ve kararlarla milyonların sevk ve idare edildiği yeryüzüne, bugün itibariyle yeni bir yönetim usulü de teklif edilmiş oluyordu.
Kuzey doğumuzda Sâsânî Hükümdarı Pervîz, az yukarımızda Gassân Melik’i Hâris, kuzeyimizde Bizans İmparatoru Herakleios ve Mısır’da Mukavkıs’a vardı. Bunların hepsinde hüküm tamamen kralın tasarrufundaydı. İstişare ile, çoğunluğun reyiyle karar alma diye bir idare biçimi, bilmediğimiz ve duymadığımız bir usuldü.
Ayetin “Sen onların kusurlarına bakma, onları bağışla” kısmı bizim için çok önemliydi. Yoksa şimdiden sonra başımızı yerden kaldırıp dolaşmamız bile zor olurdu.
O zor günlerin sonrasında Allah Rasulü (sav) tüm olumsuzlukları görmezden geldi. O günden sonra etrafındakilere “Bakın beni dinlemediniz neler oldu?” veya “Sizin yüzünüzden bunlar başıma geldi” “Şehit olan bu 69 arkadaşımın, gözümün nuru amcamın hesabını kim verecek?” demedi. Hatta en küçük imada bile bulunmadı.
Ne kimseyi kınadı ne de İbn-i Selül’leri suçladı. Münafıkları işaret bile etmedi.
Doğrusu o gece inen ayetler olmasaydı kimin münafık, kimin mümin olduğunu sezemeyecektik.
Oysa İbn-i Selül, Hz. Aişe’ye atılan iftirada da baş aktördü. Aişe validemize yaptığı bu deanet bile Allah Rasulü (sav)ne davranış şeklini değiştirmedi. Müşriklere iltihak ettiklerini açıktan deklare etmeyenlere karşı perdeyi yırtmadı. Verecekleri zararı sınırlamaya çalıştı. Bu nedenle İbn-i Selül öldüğü zaman nazil olan ayetler onun gerçek kimliğini açıklayana kadar hepimiz onu mümin ve sahabi bilmeye devam edecektik.
Yaşananların sonradan onlarca hikmeti daha ortaya çıkmıştı.
Bir diğer ayet bunu vurguluyordu:
“İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah’ın izniyle olmuştu. Bu da O’nun müminleri ayırt etmesi, münafıklık yapanları da meydana çıkarması için idi…” (3/166-167)
“Allah mü’minleri, murdarı temizden ayırıncaya kadar içinde bulunduğunuz (ve mü’minle münafığın birbirine karıştığı) mevcut durumda bırakacak değildi ve bırakmayacaktır da. Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak da değildi. (Size geleceğinizi gösterecek, kimin mü’min kimin münafık olduğunu hepiniz bilesiniz diye sizi kalblere muttalî edecek) de değildi ve etmeyecektir…” (3/179)
Biz Allah Resulü’nün vefat haberini alınca ‘her şey bitti’ diye düşünmüştük. Bir diğer ayet bu yanlışımıza işaret ediyordu:
“Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.”(3/144)
KAOSTAN HİKMET DAMITMAK
Sonradan her şeyin hikmetini anlamak kolaydı ama Uhud’un ertesi günlerde, kaos, toz ve duman içinden hikmet damıtmak çok çetin bir işti. O zor günlerden 5 yıl sonraki Mekke’nin fethini görmek ise kesinlikle mümkün değildi. Fakat bunlardan daha zoru dilini tutmak ve “Allah’ın izniyle gelen musibetlerin” istifsarını yapabilmekti.
Uhud sonrası günler oldukça zor günlerdi. Kesilen kol ve bacaklar, iyileşmeyen yaralar, sahipsiz kalan eşler, yetimler, öksüzler… Maddi ve manevi çok yara almıştık. Belki de o yüzden Allah Rasulü hesaplaşmaları ya tehir etmiş veya affetmişti. O kendine yakışanı yapıyordu. Kur’an’ın ifadesiyle “Rauf” ve “Rahim” di.(9/128)
Yazıya Mehmet Akif’le başlamıştım. “Gül devrini görseydim onun bülbülü olurdum. / Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu?” diyordu. Merhum şair doğru diyordu. O devirde yaşasaydı Allah’ın inayetiyle belki bir Hassân b. Sâbit olurdu. Ka’b b. Züheyr olurdu veya Abdullah b. Revâhâ olurdu. (Radiyallahu anum.)
Ama bana gelince…
O devirde gelmedim. Farkına varmadan İbn-i Selül’lerin ekmeğine yağ sürenlerden olabilirdim. Bir başka akabeye takılıp yıkılabilirdim. Bir nimet olarak o devirde yaşamadım. Çünkü Hudeybiye veya Hendek gibi dev imtihanlar kapıdaydı.
BUGÜNE GELİNCE…
Biz o devre gitmedik ama o devir bazılarımıza geldi. Bir kısmımızın kapısını çaldı, çalıyor. Onlar benim gibi hayalen o zamana gitmediler. Ama “istidat”larına binaen o devir bugüne geldi, onları buldu.
“Uhdud”lar,
“Kehf”ler,
“Medrese-i Yusufiye”ler;
“Bedir”ler,
“Uhud”lar,
“Hendek”ler kıyafet değiştirip bugüne taşındı.
Bugünün “garipleri” veya hadisteki ifadeyle Allah Rasülü (sav)’nün “kardeşleri” benzer zorluklar/çile/mihnetlerle karşılaştılar/karşılaşıyorlar.
BİZE DÜŞEN…
Bize düşen vazife, bu muazzam imtihanları kahramanlıkla kazanan kadınıyla, erkeğiyle sahabi misal kutsilerin peşinden gidebilmek,
Onları incitmemek,
onlara kemal-i ihtiramla davranmak,
hayatları boyunca onları vefa ile el üstünde tutmak.
Ve onların acılarını hafifletmeye çalışmak için elimizden geleni yapmak, dertlerine ortak olmak.
Çok eski yıllardan, onları teselli edecek, birkaç paragrafla bitireyim.
KARABASAN GİBİ ÇÖKECEK YILLAR…
Sızıntı, Haziran, 1983:
“İnsanlığa hizmet düşüncesini taşıyan herkes, vazifesinin kudsî, seferin uzun, yolların da yokuş olduğunu ve bu yolda, çeşitli şirretliklerle karşılaşacağını; her köşe başında ölümle burun buruna geleceğini, bir canî, bir serseri gibi hakarete uğratılacağını, hatta çok defa insanca yaşama haklarından mahrum bırakılacağını bilip bu kudsîler yoluna öyle baş koymalıdır. Yoksa, bir kısım çilesiz ham ruhların, çok ehemmiyetsiz sıkıntı ve mahrumiyetlerden ötürü, yol ve yön değiştirme ihtimalleri vardır.”
ŞARTLAR İLK ÇİLEKEŞLERİN DÖNEMİNDEN DAHA AĞIR OLABİLİR
PRİZMA, 2001:
“Gelecek hakkında te’minat almış değiliz; her şey fevkalâde iyi de olabilir; çok şiddetli fırtınalar da esebilir. Ve şayet fırtınalar esecekse, işte o zaman sabr u sebatı kuvvetli olanlar, azmi, cehdi, gayreti, ikdamı tam ve meseleyi bir imtihan sırrı şuuruyla ele alanlar o fırtınanın şiddet ve tazyikine göğüs gerebilecek ve yarınlara yürüyebileceklerdir. Kim bilir, belki de şartlar bu çığırı ilk açan çilekeşlerin dönemindekinden daha ağır da olabilir;
O gün kimileri korkuyla elenecek, kimileri ikbal hırsına kendini kaptırdığından dolayı elenecek, kimileri şöhret marazıyla elenip gidecek. Bencillikten dolayı elenenler olacak. Bu işe ilk başladığı dönemdeki ihlas ve samimiyetini koruyamadığından dolayı elenenler çıkacak; çıkacak zira; şimdiye kadar ne enbiya-ı izam, ne evliya-i fiham, ne asfiyayı kiram, ne müctehidin-i izam, ne müceddidin-i kiram hiçbirisi böyle tekdüze yürüyerek hedefe varamamıştır.
Kim bilir belki gelecekte, yığın yığın sıkıntılar üstümüze, tıpkı karabasan gibi çökecek ve defaatle sarsılacağız. Belki ilk etapta onun şokunu yaşayacak ve belli bir süre mânâsını anlayamama şaşkınlığı içinde kalacağız. Ancak daha sonra Cenâb-ı Hakk’ın icraatını esma veya sıfat dairesinden hayranlıkla temâşâ ediyor gibi seyredecek ve zevkten zevke ererek, kendimizden geçeceğiz.”
ÖNCEKİ SON 10 YAZI:
TÜM YAZILARIO GÜNLERDE YAŞASAYDIK… (3) - 19 EKİ 2018
O GÜNLERDE YAŞASAYDIK… (2) - 18 EKİ 2018
O GÜNLERDE YAŞASAYDIK… (1) - 11 EKİ 2018
MUHACERET ALBÜMÜNDEN PORTRELER (2) - 27 EYL 2018
MUHACERET ALBÜMÜNDEN PORTRELER (1) - 24 EYL 2018
SELİMİYE VE HİZMET - 17 EYL 2018
MİT VE İNSAN AVCILIĞI - 07 EYL 2018
SEVİNÇ “KEŞKE”LERİ… [BEKLENMEDİK YOLCULUK-9] - 26 AĞU 2018
MELEĞİN GÖRÜNDÜĞÜ AN… [BEKLENMEDİK YOLCULUK-8] - 25 AĞU 2018
UĞURSUZ FETVA [BEKLENMEDİK YOLCULUK-7] - 24 AĞU 2018
Kaynak: http://www.tr724.com/o-gunlerde-yasasaydik-4/
Bu Yayına Yorum Yapın