Hocaefendi’nin Izdırap Katmanları | Gültekin Bibar
Hayatı ızdırap desek hiç yalan olmaz çünkü o, “ dünya zevkiyle hiç tanışmadı.”
O’nun ızdırabını anlayabilmek biraz da kalbinin engin ufuklarının sınırlarını bilmekle doğru orantılı. Zira “kalp ve ruhun derece-i hayatına giren” birisi için “mazi ve müstakbel” hal gibidir.[1] Bizler sadece hali yaşarken ruh gücünü inkişaf ettirmiş birisi Allah’ın izni ve inayetiyle pekâlâ zamanda zaman üstülüğü duyabilir.
Böyle bir kamet, eğer maziden size bir vaka naklediyorsa adeta yeniden yaşıyormuşçasına anlatır ve sizi oralara götürür. Hocaefendi’nin özellikle asr-ı saadete dair anlatımları böyledir. Kuru nakil değildir onlar. Öyle coşkulu ve tesirli anlatır ki, eğer zamanı ve özneyi görmezden gelirseniz, sanki daha dün yaşadığı bir olayı size aktardığını zannedersiniz. O yüzden bizler için ölü sayılan geçmiş ve olayları onun için ölü değildir.
Böyle ruhlar tabiri caizse her an 3 farkla zaman dilimini aynı anda yaşarlar. Bu hususu daha iyi anlayabilmek için “Mümin Ufkunda Zaman” başlıklı makaleyi mütalaa etmekte fayda var.[2]
Faslı bir âlim (ismi saklı) kendisiyle Hocaefendi hakkında konuştuğumuzda şunu ifade etmişti: “İslam dünyasında Hocaefendi’den daha âlim kişiler var, mesela tefsiri, hadisi, irşad metodlarını, fıkhı daha iyi bilen alanının uzmanı âlimler. Ancak Hocaefendi gibi ızdıraplısı yok.”
Izdırap, Hocaefendi’nin adeta “lâzım-ı gayr-i mufârık’ı yani, O’nun olmazsa olmaz, ayrılmaz bir parçası”! Aynı zamanda O’nu başkalarından ayıran en önemli hususiyetlerden biri.
Böyle bir girizgâhı Hocaefendi’nin ızdırabının katmanlarını bir nebze anlayabilmek için yaptım. Yazdıklarım elbette şahsi müşahede ve yorumlarıma dayanıyor. Başlayalım öyleyse;
Başlıkta da ifade ettiğim gibi Hocaefendi’nin ızdırabının katmanları var ve katmanların kapsadığı daire daraldıkça Hocaefendi’nin ruh dünyasındaki sarsıntı daha şiddetli ve yıkıcı oluyor. Bu katmanları şu şekilde sıralamak mümkün:
Birinci katmanı (veya buna daire de diyebilirizi) Hocaefendinin bütün insanlık ile ilgili duyduğu hüzün ve acılar olarak adlandırabiliriz. Bunun da iki boyutu var; birincisi zaman, ikincisi mekân boyutu…
Zaman boyutundan kastım, bu hüzün ve ızdırabın geçmiş ve gelecek bütün insanları kapsamasıdır. Hocaefendi Hz. Âdem’in cennet çıkarılışına da ızdırap duyuyor, Kabilin Habil’i katletmesine ve de ötesinde bir Nebî oğlunun bu sebeple kaybedenlerden olmasına da… İlk insanın hüznünü vicdanında derinlemesine yaşarken, kıyamet kopacağı anda yeryüzünde kalacak son insanın gurbetini de iliklerine kadar hissediyor…
Tarih boyunca süregelen insanlık dramları onu derinden etkiliyor; savaşlar, içtimai çalkantılar, yıkımlar, katliamlar, sürgünler, hastalıklar vs…
Peygamberlerine isyan eden ve helak olan toplumlara da acıyor, her biri için ayrı ayrı “keşke”ler söylüyor.
Mekân boyutuna gelince din, dil, ırk gözetmeden dünyada yaşayan herkesin bütün dertleri onun kalbinde bir sızı olarak yer buluyor. O yüzdendir ki, yeri geliyor Japonya’daki tsunami felaketinden mağdur olan insanların derdine de ağlıyor, Saddam’ın Scud füzesiyle öldürdüğü İsrail’li bebeklere de; Peru’daki depreme de üzülüyor, Afrika’da salgın hastalıklardan veya açlıktan ölen çocuklara da…
Hocaefendi’deki bu derin duyuş kanaatimce, hizmet hareketinin bir anlamda stratejisini de belirliyor. Bir misalle anlatayım, 2001 senesinde mutad programları veçhile akşam haberlerini izliyordu. O zamanlar yaşanan ekonomik kriz nedeniyle hemen her gün Türkiye’den birkaç fakr u zaruret haberi yer alıyor bültende. Hocaefendi izlerken üzülüyor, ağlıyordu. Ama bununla da kalmıyor, eline telefonu alıp hemen tanıdığı varlıklı bir dostuna ulaşıyor, ilgili mağdura yardım edilmesini istirham ediyordu.
İşte bu ızdırap bugün kapısına kilit vurulan, dünya çapında milyonlarca mağdurun yüzünün gülmesine vesile Kimse Yok Mu derneği olarak ete kemiğe büründü. Kimse Yok mu derneğinin din, dil, ırk gözetmeden dünyanın her tarafına açılıp devasa yardım hizmetleri yapmasının arkasında Hocaefendi’nin bütün insanlık ile ilgili ızdırapları vardır.
İmansız ölüp giden nesiller ise Hocaefendi için ayrı bir hüznün ve ızdırabın sebebidir. 70’li yıllardaki vaazlarda “Kıyamet günü Afrika’nın Zulu kabilesi vs Allah’ın huzurunda dese ki Ya Rab bu Türkiye’deki Müslümanların imkânı vardı, gelip bize Seni anlatabilirlerdi ama gelmediler” deseler ne cevap veririz diye soruyordu. Orta Asya kapıları aralanınca hemen gidilmesi için gösterdiği tehalüke o günleri yaşayan yüzlerce insan şahittir.
İkinci ızdırap katmanında “Enkazı fareleri bile barındırmayan” kadavra haline gelmiş İslam dünyası var. Bu hassasiyet o derecededir ki kendisine içinde “İslam dünyası” geçen bir soru sorduğumuzda bize sitem eder ve uyarırdı çünkü “İslam dünyası” tabirini doğru ve isabetli bulmazdı. Bunu farklı röportajlarında da “Müslümanlar İslam’a göre bir dünya kurabilmiş değil, sadece Müslümanların çoğunluğunu oluşturduğu coğrafyalar var” cümleleriyle dile getirmişti.
Kurtların içeriden çürüttüğü, en büyük sermayesi imanda derinleşememiş, taklide kapılmış, sokakta slogan atınca İslam’a büyük hizmet ettiğine inandırılmış, dahası ibadeti slogan kadar önemsemeyen, Kuran’ın emri okumak, tefekkür etmek, ilme sarılmak gibi en hayati ameller ile tanışmamış, nefsin zebunu, dünya hayatını ahiretten çok seven, içindeki münafıkları baş tacı yapacak kadar cahil, ahlaken çöküntü içinde, içinde yaşadığı dünyayı bırakın tanımayı o dünyaya İslam’ı tanıtma gibi bir derdi olmayan, hedefsiz, yörüngesiz, kalb ve ruhun genişliğinden bî haber, sadece sakal bırakınca şefaate hak kazanacağını zanneden, şekle, kılığa, kıyafete ruh ve manadan çok daha önem veren, yüksek insani hakikatleri kendi cehalet ve kabalığı ile yorumladığı nasslar ile yıkıp geçen, hasılı nereden bakarsanız bakın her tarafı problemli her tarafı hastalıklı bir yığından öteye geçemeyen İslam dünyası…. Böylesi bir yapıya “dünya” da denilemezdi zaten..
Hal böyle diye bu yapıyı görmezden gelmek, onunla ilgilenmemek, ümmet-i Muhammed’i kendi kaderine terk etmek ızdıraplı bir gönlün yapabileceği bir şey değildi. O yüzden kendi ifadesiyle çocukluğundan beri âlem-i İslâm’ın haline ağlayıp durdu Hocaefendi..
Hele Osmanlının yıkılışına…
“Bir türlü affedemedim Osmanlı’nın yıkmayı misyon haline getirmişlerini…” bu ızdırabın dışa vuran ifadelerinden sadece biri…
Endülüs, Orta Asya, Balkanlar, Afrika ve diğer yerler..
Şu an için Filistin’den Myanmar’a kadar Müslümanların zulüm gördüğü her yer…
Hiç birisini atlamadan bazen çoşkulu, bazen de içe doğru ağlayarak…
Üçüncü ızdırap katmanında ise Türkiye var ve Türkiye sanki onun “kaderdaşı” olmuş… Şimdilerde bizler pek çok kırgınlığı, küskünlüğü haklı olarak içimizde yaşasak da Türkiye Hocaefendi’nin sürekli düşlerinde ve hayallerinde..
Her ne kadar bugünlerde bize zulmetse de bence onun Türkiye sevdası bitmez…
Trafik kazalarından terör hadiselerine, ekonomik krizden ahlaki çözülmelere, sokak çocuklarının dramlarından tabiatın bozulmasına, çevre kirliliğinden kentsel dönüşümlerde yaşanan mimari katliamlara kadar her şey onun birebir gündeminde.
Toprak altında yatan milyonlarca şehit, binlerce evliya, yüzlerce sahabe, onlarca peygambere vefanın başka bir boyutu bu…
Dördüncü ve en sarsıcı ızdırap katmanında ise hizmet yer alıyor. Bu hususla alakalı iki tür ızdırabı var Hocaefendi’nin.
Birincisi hizmete yapılan saldırılar… Çünkü hizmet adeta Hocaefend’inin çocuğu gibi. İlk gününden itibaren her anına, her karesine binbir çile, gözyaşı, emek ve fedakârlık sığdırdığı öz be öz evladı. Onu gerek hariçten gerek dâhilden gelebilecek bela ve musibetlere karşı korumak için kaç değişik düşünce ve strateji buldu ve uyguladı, sayısını Allah bilir.
Kendi şahsına yapılan hakaretleri hep içine attı, ama hizmetin şahsı manevisi söz konusu olduğunda aslan kesildi. Gelen bir bela ve tehlike savrulana kadar seksen senelik ömrünün kaç gecesi ve gündüzü perişan oldu, Allah bilir! Tehlikeyi önceden sezmek, ona göre tedbirler almak, tedbirlere rağmen oluşan hasarı gidermek adına neler çekti neler… Keşke o ızdırabın zekâtı bugünlerde kendini hizmetin tek sahibi sanan bizlere de bulaşsaydı!
İkinci tür ise hizmet içi problemler
Buraya kadar anlattığım bütün ızdırap türleri ile Hocaefendi bir şekilde baş edebiliyor, ama hizmet içi problemler kendisine gelince adeta kolu kanadı kırılıyor. Izdırabı yüzüne ve tavırlarına o denli yansıyor ki Hocaefendi’yi tanıyamaz hale geliyorsunuz…
Hizmet içi problemler kendisine iletildiğinde ilk yaptığı şey kendisini sorgulamak ve içe kapanmak oluyor. Zira “anlatamadım, insanlara hakikati temsil edemedim” diye düşünüyor. Bu mülahazası ilk günden bu yana hiç değişmedi. O yüzden bazen günlerce yemek yemeyi bile terk ettiği olur. Zülfü yâre çok dokunmamak için misallere girmek istemiyorum. Arif’e işaret yeterlidir.
Hayatı ızdırap, mücadelesi ızdırap, karakteri ızdıraptır Hocaefendi’nin. O yüzden ızdırabın en büyük dua olduğunu ve ötesinde en duru ilham kaynağı olduğunu sürekli ifade ediyor.
Izdırabının boyutlarına dair kendisinden bizzat duyduğum iki cümle ile noktalayayım; “Hayatımda uyumadığım geceler, uyuyabildiğim gecelerden çok fazladır.”
“Son birkaç yıldır aralıksız 1 saat bile uykum yok” (bu cümleyi geçen hafta duydum, üzerinden 5 gün geçti henüz.)
Son söz: Hocaefendiye dua edelim…
[1] Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. Sözler ( 474 )
[2] https://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/cag-ve-nesil-serisi/fethullah-gulen-ornekleri-kendinden-bir-hareket/287-Fethullah-Gulen-Mumin-Ufkunda-Zaman
Yazarın Önceki Yazıları
Kaynak: http://thecrcl.ca/misafir-yazar-gultekin-bibar-hocaefendinin-izdirap-katmanlari/
Bu Yayına Yorum Yapın