Yarın artık bugündür | Selahattin Sevi

Öğretmen, doktor, memur, esnaf yüz binlerce insan zorlu imtihanlardan geçerken özgür gazetecilerin yapabilecekleri bu kadar mı olmalıydı? Korunaklı 'mikro cemaatimiz'den bahar müjdeleri vermekten, gelecek muştulamaları yapmaktan, yarın kıssaları anlatmaktan çok gazetecilerin görevi bugünün öykülerini yazmak değil mi?
Sabahın ilk ışıkları otobüsün kirli camından içeri süzüldüğünde Okmeydanı’ndan Haliç’e doğru yol alıyorduk. Trafik yavaşladı. Dayanılmaz hale gelen kesif kokuyu muavinin limon kolonyası bastırdı. Ünlü Topkapı Otogarı’nda herkes derin bir nefes aldı. Taksim’e aktarma yapmak için Suriçi’nde kırmızı körüklü otobüs hazırdı.
80’lerin sonu… Yolculuğumun en çok İstiklal Caddesi bölümü zihnimde yer etmiş. Şaşkınım! Taksim’den Dolapdere’deki üniversiteye kayıt için yürürken Divan Oteli’nin köşesindeki kafede Attila İlhan’a gözüm ilişiyor. Gerçekten o mu diye birkaç kez geri döndüğümü hatırlıyorum.
Görmeden sevdiğim İstanbul’u en az filmler kadar İlhan’ın şiirlerinden de tanımıştım. Tercüman ve Cumhuriyet birlikte ünlü şairin aralarında Tarık Buğra’nın da olduğu saygın bir yazar kadrosuyla çıkardıkları popüler edebiyat dergisi Cönk çantamdan eksik olmazdı.
Şair Attila İlhan’ın popüler çıkışları ünlüydü. Senaryosunu yazdığı ‘Yarın Artık Bugündür’ 1987 yılında TRT 1’de yayınlandığında izlenme rekorları kırmıştı. Dizinin yazarını her gün okula gidip gelirken görmenin keyfiyse başkaydı.
Dizide Tıp Fakültesi’ni bitiren Zeynep ‘şark görevi’ için ücra bir Anadolu kasabasına, Yanıkhan’a giderek memleketle yüzleşiyordu. Varlıklı bir ailenin kızı olarak bıraktığı ışıltılı hayat, yuvası, sevgilisi, arkadaşları ve dostları çok sevdiği İstanbul gibi geride kalmıştı. Yalnızlık, çaresizlik ve cehaletle baş başaydı…
 
O da mecburi hizmet, tehcir veya sürgünle İstanbul’u terk edenlerin yaptığı gibi hep bir gün tekrar bıraktığı hayata döneceğini ve kaldığı yerden devam edeceğini hayal ediyordu. Issızlık, kar fırtınaları, kurt ulumaları, kem bakışlar başka bir dünyada olduğunu hatırlatsa da aklı İstanbul’da kalmıştı.
Ama karalar bağlamadı Zeynep. Kendini sürüldüğü mecburi hizmet ikametgahında insanlara hizmet ederken buldu. Kaza yapmış yolcuları, acile gelen hastaları, aşı zamanı gelen bebekleri kendine dert edindi. Reşat Nuri’ni Çalıkuşu’ndaki Feride misali taşranın derdine ortak oluyor, yaralarını sarıyordu.
Fakat ortam insanı çürütüyordu. Taşrada yaşamak çürümeye karşı da direnmek demekti.
‘Hangi Türkiye’ insanlarına benzer ızdırapları yaşatmadı ki…
İstanbul’un taşrasına attığı son nesil de azade kalmayacak bu durumdan. Öyle ya, İstanbul’dan sonra her yer taşra sonuçta…
Kabul etmek gerekir ki, kendi ellerimizle bir ömür vererek inşa etmeye çalıştığımız cennetimizden kovulduk. Bu yüzden Zeynep’in yalnızlığı bize aşina. Huzurlu evlerimiz, nezih çalışma ortamlarımız, büyük ailemiz, arkadaşlarımız, dostlarımız İstanbul kadar uzak.
Mesele çiçeği burnunda genç doktorun kalp ağrılarını taşıyıp taşımadığımız.
Kanayan yaralara merhem olmakta belki de çok yetersiz kaldık. Her biri hapishane köşelerinde kendi kaderini yaşayan meslektaşlarımız, onların aileleri ve çocuklarıyla ilgili yapacaklarımız bu kadar olmasa gerek. Geçtiğimiz günlerde ‘portre’si yayımlanana kadar içerde mi, dışarda mı olduğu eski mesai arkadaşları, editörleri, yöneticileri tarafından bilinmeyen Murat Uçar’a dair ilgisizlik utancını daha ne kadar taşıyabiliriz?
Yıllarca Zaman’ın Ankara temsilciliğini yapmış Mustafa Ünal’ın hapishaneden yazdığı ve oğlunun paylaştığı bir mektubun ‘word dosyası’na aktarmaya bile üşenilerek haber yapılmasını neyle telif edebiliriz? Aradan iki yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen henüz biyografileri ve portreleri yazılmayan arkadaşlarımızla bir gün yüz yüze geldiğimizde onlara ne anlatacağız?
Ya çıkardığımız gazeteleri yıllar boyu bir değil, birkaç tane alan vefalı okuyucularımız? Ötekileştirici kısaltmalarla suçlansalar da, hak etmedikleri yaftalarla karalansalar da onlar bizim okuyucumuzdu. Öğretmen, doktor, memur, esnaf yüz binlerce insan zorlu imtihanlardan geçerken taşraya sığınmış özgür gazetecilerin yapabilecekleri bu kadar mı olmalıydı?
Onlar en zor günlerimizde sadece okuyucu olarak değil, gazetemizin önüne gelerek de bizimle birlikte gaza, copa maruz kaldı. Bugünkü başörtülü züppeler gibi ‘faillingstars’ performansı yapmıyorlardı, gerçekten yerlerde sürükleniyorlardı.
Kısmen korunaklı ‘mikro cemaatimiz’den bahar müjdeleri vermekten, gelecek muştulamaları yapmaktan, yarın kıssaları anlatmaktan çok gazetecilerin görevi bugünün öykülerini yazmak değil mi? Muhayyel mutlu güzel günler gibi gazetecilik sorumluluklarımızı da ertelemiyor muyuz?
Sadece Zaman 1 milyon satıyordu. Sadece İstanbul ve Ankara’da yüzlerce gazeteci boynuna asılı mavi ipli kartı muhabir, foto muhabiri, editör, direktör olarak okutuyordu aydınlık ve ferah ofislerine girerken. Şimdi neredeler?İçeridekilerin yeri belli, biliyoruz. Ya dışardakiler…
Gazetecilik bizim için sadece geçim kapısı mıydı, heves miydi, havası ve imkânları bol bir meşgale miydi?
Yarın Artık Bugündür’de ünlü karakter oyuncusu ‘kötü adam’ Ali Şen gibi söylemek gerekirse, “Gönül sırça bir saraydır, kırıldı mı onarılmaz”.
Tarih sadece kötü bildiklerimizi değil, her şeyi, hepimizi yazıyor!
Umutlar ‘silsile-i sükut-u hayal’ olmak üzere.
Kaynak: https://kronos7.news/tr/yarin-artik-bugundur/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.