Atamızın evi ve Allah’ın evi | Cem Mora
Bakmayın 6-7 Eylül vesilesi ile kimi 'demokrat' görünümlü 'sözde' aydınların vicdan arıtma seanslarına. Bugün de steril bir Türkiye inşa etmek ve ötekileri bitirmek için uygulanan gizli-açık baskı ve yıldırmalarl durmuyor. Sadece bahane Atamızın evi değil, Allah'ın evi...
6 Eylül 1955 günü İstanbul Ekspres gazetesi iri puntolarla dizilmiş ‘Atamızın evi bomba ile hasara uğradı’ başlığı ile çıktı. “Sabaha karşı vuku bulan bu menfur hadise infial uyandırdı” spotu bile aslında işin içinde bir tertip olduğunun itirafıydı. Öyle ya, sabaha karşı olan bir ‘hadise’ ne zaman duyulmuştu da, halk arasında ‘infial’ uyandırmıştı.
Ne fark ederdi ki… Kısa sürede örgütlenen kötülük başta İstanbul ve İzmir olmak üzere gayr-ı müslim yurttaşlara iki gün sürecek bir cehennemi yaşattı. Tam 4 bin 214 ev, bin 4 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul tahrip edildi, yağmalandı. Kadınlara tecavüz edildi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’in İstanbul, Ankara ve İzmir’de sıkıyönetimi 6 ay süreyle uzattığını duyurduğu 12 Eylül 1955 tarihli toplantısında Başbakan Adnan Menderes’in, “Ortada Kıbrıs gibi kutsal bir mevzu olmasaydı, hareketi ilk anda önleme imkanı bulunurdu” sözü, olayın planlı-programlı bir iş olduğunun başka bir itirafıydı.
Gerçek itiraf yıllar sonra, dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’ndan geldi: 6-7 Eylül de bir özel harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı!
Sonuca bakınca amacını anlamak çok da zor olmuyor. Kazandığı seçim zaferleriyle kendisini destekleyenlere, “Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasa’yı bile değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz” diyen Menderes, 1915’te Ermenilerle başlayan etnik arındırmayı bu sefer az sayıda kalan Rumlar üzerinde deneyecekti. Mübadele ile, Varlık Vergisi ile bitiremedikleri Müslüman olmayan vatandaşları bir de bu yolla yok etmenin ve kaçırmanın yollarını arayacaklardı.
Bakmayın siz bugün kimi ‘demokrat’ görünümlü ‘sözde’ aydınların vicdan arıtma seanslarına. Her biri 1915’i de, Varlık Vergisi baskısını da, 6-7 Eylül pogromunu da olmuş bitmiş tarihi olaylar olarak sıralıyor. Oysa yakın tarih kadar bugün de steril bir Türkiye inşa etmek ve hep ötekileri bitirmek için uygulanan gizli-açık baskı ve yıldırmalarla durmuyor.
Örnek mi?
Hem Fenerbahçe’nin, hem de Milli Takımın en gözde oyuncusu, efsane futbolcu Lefter Küçükandonyadis o yıllarda yaşadığı hayal kırıklığını anlatıyordu: “15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı.”
Bugün ise bütün zamanların en başarılı Türk futbolcusu Hakan Şükür’ün bütün malvarlığına el konuldu. Ailesi ve yakınları sürekli rahatsız ediliyor. Uzak diyarlarda açtığı küçük kafe trollerin ve muhabir kılıklı istihbarat uzantılarının tacizine uğruyor. Daha da garibi, adı televizyon ekranlarında korkudan telaffuz dahi edilemiyor. Çocukların ‘tabu’ oyunu gibi ismi söylenmeden tarif edilmeye çalışılıyor. Yorumcu Hakan Şükür’den ‘uzun boylu santrfor’ diye söz ediyor.
Adı kaldırımlardan bile sökülüyor.
Şükür, olanları “Vaaaav Harika bi tanım. Tugay kaptan ne dedi veya diyebilir bimiyorum ama zor bi durum. Akıl tutulması..” diye geçiştirse de çok alındığından adım kadar eminim. Ki, mütevazilik yapmasına gerek yok. Evet, “En sadece uzun olup havadan oynamadım atletik ve takım oyuncusuydum. Kaleye sırtı dönük oyuncu 400 gol atamaz zır cahil.” derken yerden göğe kadar haklı.
Tarih sadece ‘tekerrür’ ediyor. 63 yıl önce Kıbrıs gösterileri bahane edilerek yapılan vahşete, gayri müslimlerin ev, işyeri ve dini mekanlarına yapılan saldırı ve yağma şekil değiştirdi, o kadar.
Kitaplar yakıldı, evler yağmalandı. En küçük memurundan esnafına, ev hanımından fabrikatöre kadar binlerce insanın varı yoğu yağmalandı. İnsanlar canlarını kurtaracak ve kaçakçılara verecek parayı bulduklarında sevindi eğer biraz şanslıysa ve hapse düşmediyse.
Bakınız, sivil post-modern pogromun sivil paşası Doğu Perinçek söylediklerinin suç olduğunu bile bile konuşuyor: Fena mı yapıldı, ikna ile işler yapılmaya çalışıldı. Ama bugün bakın, 30 bin kişi TSK’dan atıldı, 14 bin kişi Emniyet’ten ihraç edildi, 4 bin hakim savcı içeri atıldı, 120 bin kişi diğer kamu görevlerinden atıldı. Hangisi ikna edilmeye çalışıldı. Tabiki 28 Şubatın çok ilerisindeyiz!
O da Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu gibi yaptıklarının yanlarına kar kalacağını biliyor.
Tam da 6-7 Eylül vahşetinin yıldönümünde Moldova’da öğretmenlerin kapıları kırılarak evleriniden, öğrencilerinin gözyaşları arasında okullarından kaçırılmaları tesadüf mü? Artık örgütlü kötülük sınırlar aştı.
Hapishanelerdeki yüzlerce bebeği, kadını saymıyorum bile…
O yıllarda kötülüğün işaret fişeği ‘Atamızın evi’ydi, bugün Allah’ın evi. Diktaya giden yolların taşları biraz da ‘Kabataş Camii’nde içki içtiler’ yalanıyla başlamadı mı?
Daha trajik olan ise, 1955 güzünün Hulusi Bey’i gibi ‘birkaç iyi adam’ artık çok az. Malum, Hulusi Bey Çengelköy Havuzbaşı ilkokulunda görevli, Rum komşularıyla beraber aynı mahallede, eski bir konakta yaşayan gayet asabi, dürüst, mazbut bir öğretmen. 6-7 eylül olaylarında silahını alır, mahalleye gelen güruhun karşısına dikilir: “Adımını atanı yere sererim! …in gidin buradan!”
Artık çok geç. Bitleri kanlandı bir kere, giderler mi!
Daha ‘zencefilli somonlu suşi’ yiyecekler, ‘ejder meyveli somotie’ içecekler…
Kaynak: https://kronos4.news/tr/atamizin-evi-ve-allahin-evi/
Bu Yayına Yorum Yapın