Eğer yeni bir kitap inecek olsaydı | Süleyman Sargın
Hepimiz biliyor ve inanıyoruz ki Kur’an-ı Kerim en son kitaptır, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de son peygamberdir. Kıyamete kadar ne yeni bir peygamber ne de yeni bir kitap gelecektir. Allah Teâlâ Hz. Âdem’den bu yana insanlığa 124 bin peygamberle birlikte, suhuflar ve dört kitap göndermiştir. Bazı peygamberler kendinden önceki peygamberin ümmetlerinde baş gösteren pörsümeleri, çürümeleri düzeltmek, insanları uyarıp toparlamak maksadıyla gönderilmiş, bazıları ise tamamen yepyeni bir kitap ve şeriatla gelmişlerdir.
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesinde en belirleyici unsur şüphesiz toplumların yaşadıkları deformasyonlar, Hak’tan uzaklaşmalar, dinde ve dini duyguda görülen laubalileşmeler ve şirke varan sapkınlıklardır. O topluluklara gönderilmiş olan kitabın –hâşâ- yetersizliği veya peygamberin –hâşâ- görevini yapamaması değildir belirleyici olan. Kitap da peygamber de Allah tarafından gönderildiği için o toplumun ihtiyacına göre mükemmel ve kusursuzdurlar. Kabahat, o kitabın ve peygamberin değerini bilemeyip onları etkisizleştiren yığınlarındır.
Tevrat’ın verdiği mesajla, İncil’in mesajı birbirinden özde farklı değildir. Kur’an da aynı şekilde önceki kitapların muhtevasıyla çelişmez. Zira hepsini Allah göndermiştir. Her yeni kitap önceki kitabın muhatabı toplulukların yanlışlarını, ihmallerini, nankörlüklerini ve hatta ihanetlerini göz önüne sererek kendi kitlesini aynı duruma düşmemeleri için ikaz eder.
Kur’an bizi en çok İsrailoğulları’nın yanlışları konusunda uyarır
Kur’an-ı Kerim de Hazreti Âdem’in evlatlarından başlayarak Hazreti Nuh’un kavmini, Âd, Semûd, Medyen topluluklarını ve İsrailoğulları’nı sık sık nazara verir. Bunlar arasında en detaylı ve hacimli yer kaplayan ise İsrailoğulları’dır. Hem Kur’an’ın nazil olduğu coğrafyada bilinen bir topluluk olmaları hem de kendilerine çokça peygamber gönderilmiş olması muhtemelen bu tercihte önemli rol oynamıştır. Kur’an bizi en çok o dönemdeki İsrailoğulları’nın yanlışları konusunda uyarır. Onları gözümüzün önüne serer ve her bir misalde bize adeta, “sakın bunlar gibi olmayın!” ikazı yapar.
İsrailoğulları, Firavun’un yönetiminde asırlar boyu zulüm altında yaşadıktan sonra kendi içlerinden çıkan bir peygamberle zilletten kurtulup izzete erdiler; Firavun’a meydan okuyabilecek bir duruma geldiler. Ardından koca Kızıldeniz’in kendileri için yarılıp yol olduğunu gözleriyle gördüler. Rabbin sağanak sağanak lütuflarına mazhar oldular ama denizden çıkar çıkmaz daha üstleri kurumadan bir buzağıyı Tanrı edinmeye kalktılar. (Bakara, 49-51)
Nankörlükte zirve yaptılar
Çöl sıcaklarında bulutlar tarafından gölgelendiler, gökten inen sofralarda bıldırcın ve kudret helvalarıyla beslendiler, on iki ayrı kaynaktan çıkan buz gibi sularla serinlediler. Sonra da Hazreti Musa’dan “Rabbine söyle de bize biraz salatalık, sarımsak, soğan, mercimek filan göndersin!” talebinde bulundular. (Bakara, 57-61) Bunca nimete rağmen peygamberlerine “Rabbine söyle” dediler. Bu şekilde, Rabbi hala kendi Rableri olarak kabul etmediklerini ifade ederek nankörlükte zirve yaptılar.
Kur’an, İsrailoğulları’nın “Allah’a verdikleri sözü tutmadıklarını, bundan dolayı lanetlendiklerini ve kalplerinin taş kesildiğini” söylüyor. “Kendilerine tebliğ edilen pek çok hususu unuttuklarını, pek azı hariç hain olduklarını ve Kitab’ı (Tevrat) tahrif ettiklerini, kelimelerini anlamından uzaklaştıracak şekilde değiştirdiklerini” de aynı ayette vurguluyor. (Mâide, 13) Burada en önemli vurgu Kitab’ın tahrifinedir. Çünkü böyle bir tahrif, kelimeleri değiştirme, Allah’ın söylemediği şeyi O söylemiş gibi kitabın ahkâmı arasına katma ve söylediklerinden bir kısmını Kitap’tan çıkarma demektir ki, lanetlenip hain damgası yemek için yeterli bir sebeptir.
Bir diğer vurgu da İsrailoğulları’nın başta Zekeriya (aleyhi’s-selam) olmak üzere pek çok Peygamberi öldürmelerinedir. Bakara 61. ayetten başlayarak Kur’an’da defaatle onların “Peygamberleri (bir peygamberi değil, çok daha fazlasını) haksız yere öldürdükleri ve bundan dolayı lanetlendikleri” ifade buyurulur. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; bahsi geçen hükümler bütün İsrailoğulları (Yahudiler) için değil, o dönemde bu yanlışı yapanlar içindir. Yoksa hiçbir kavim kıyamete kadar lanetlenmiş değildir. Cezalar ve ikazlar isimlere, ırklara, cinsiyetlere değil, sıfatlara göre gelir. O gün onların yaptıklarını kim yapsa aynı muameleye maruz kalırdı.
Kur’an kıyamete kadar Allah’ın himayesi altındadır
Yazının girişinde de söyledim, Kur’an kıyamete kadar Allah’ın hıfzı ve himayesi altındadır. (Hicr, 9). Onun kelimelerini değiştirmek, içinden bir şey eksiltmek veya ilave etmek mümkün değildir. Ancak, daha önceki kitapların nüzulüne sebep durumlar zaviyesinden bakacak olursak bugün kendine Müslüman diyen insanların hali, Kur’an’daki İsrailoğullarından çok farklı görünmüyor. Lafzen olmasa da mana itibariyle din büyük tahrif yaşıyor. Nasıl mı, buyurun beraber düşünelim:
Dağları oyarak yaptıkları gösterişli evlerle övünen kibir abidesi Semûd kavminin yerini, şimdilerde saraylarda itibar arayan çakma halifeler aldı.
Maaşından artırdığı altınları bir küpte biriktirip vefatından sonra devlete bırakan halifeleri çoktan unuttuk; artık biz dünyanın en zenginleri listesinde en üst sıraları kapatan, halkı fakir, kendi zengin Müslüman liderleri konuşuyoruz.
Masum kadınları bebekleriyle birlikte zindanlara atan veya Meriç’te ölüme yollayan dindar (!) katiller bize, hendeklerde yaktıkları ateşe, kucağında bebekleriyle mü’min kadınları atan Ashab-ı Uhdud katillerini hatırlatıyor.
Halife Ömer’den yeni elbisesinin hesabını soran şuur yok artık; onun yerine “çalıyor ama çalışıyor” diyen ve Allah’ın haram kıldığı hırsızlığı helal gören bir laubalilik hüküm sürüyor.
Ahlak yoksunu sözde tarikat ve cemaatler
Peygamber babasından evinde kendisine yardımcı olsun diye bir hizmetçi isteyen ve babası tarafından bu isteği reddedilen, değirmen çevirmekten elleri, su taşımaktan omuzları nasır tutmuş Fatıma validemiz menkıbelerde kaldı. Şimdi ecnebi memleketlerde alışveriş için mağaza kapatan halife (!) eşleri var!
Nereden geldiğinden emin olmadan yuttuğu bir hurmayı çıkarmak için elini gırtlağına sokan Ebû Bekir’ler, milletin himmetiyle yapılmış müesseselere arsızca çöken ahlak yoksunu sözde tarikat ve cemaatlere baktıkça ne düşünüyorlardır acaba!
Peynir ekmek yeme rahatlığında yalan söyleyen, iftira atan, gıybet eden ümmetin (!) haline baktıklarında; yalanın zerresine bile hayatında yer vermemiş Efendimiz ve ashabının içleri parçalanmıyor mudur?
Torunları aç kalmış bir nineye sırtında taşıdığı bir çuval unu götüren Halife Ömer nerede, mümin bir topluluk için “ağaç kökü yesinler, bunlara su bile yok” diyen nadanlar nerede!
Adalet dinin temeliyken, her çeşidiyle zulmü neredeyse dindarlığın lazımı haline getiren anlayış dine en büyük ihaneti yapmış olmaz mı?
Bir masumun canını haksız yere almak bütün insanları öldürmekle eşdeğer büyük bir günah olarak kabul ediliyor. Bunu bildikleri halde devletin bekası (!) için bir kişiyi, bir zümreyi ve hatta bir bölgeyi feda edebilmekten bahseden hokkabaz fetvacıların murad-ı ilâhiye uygun davrandıklarını söylemek mümkün mü?
Yapılanların, İsrailoğulları’nın nankörlüklerinden farkı var mı!
Çocukları için her türlü fedakarlığı yapıp onları güzel bir eğitimle ve nezih bir ahlakla yetiştiren pırıl pırıl öğretmenlere hiç sıkılmadan “terörist” diyen, her biri maneviyat kaleleri mesabesindeki müesseselerin gaspına alkış tutan yığınların nankörlüğünün, İsrailoğulları’nın Musa Peygambere yaptıkları nankörlükten bir farkı var mı!
“Size selam verene sırf dünya hayatının geçici menfaatleri için (sen mümin değilsin) demeyin!” (Nisa, 94) ilahi ikazı ve Efendimiz’in “Kalbini yarıp da mı baktın” ürperten uyarısı dururken, milyonlarca masum insana delilsiz, mesnetsiz “hain, terörist, fırak-ı dâlle vs” diyebilen bir Diyanet, hangi dinin işlerini deruhte etmektedir!
Efendimiz, “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” buyuruyor. Hal böyleyken bütün ömrünü insanlığa hizmet için adamış, dünya zevki ve menfaati adına tek bir kuruşa tenezzül etmemiş, gözü yaşlı, gönlü gamlı bir Hak dostuna elinden gelse öldürecek derecede düşmanlık gösterip iftira atmak, onu itibarsızlaştırmaya çalışmak, ifna etmek için uğraşmak lanete sebep bir ihanet değilse, nedir!
“Sünnet” i sakal, cübbe, şalvar, misvak ve dört kadınla evlenmek sananlar, uçkurlarının peşine takılıp müt’alara fetva verenler, ayakları şişinceye kadar namaz kılan, “inanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edecek derecede” başkaları için yaşayan, tek derdi insanları cehennemden kurtarıp cennete ehil hale getirmek olan, rahmet ve şefkat Peygamberine ahirette ne diyecekler!
Örnekleri çoğaltmak ve daha pek çok şey yazmak mümkün. Rabbimize binler defa hamdolsun Kur’an, lafzı yönünden himaye altında ve tahrifi imkânsız. Ama kendisine inandığını söyleyenler tarafından manası ve hayata yansımaları itibariyle tarihin en büyük tahrifine ve ihanetine maruz kalıyor.
Sizce Allah yeni bir kitap gönderecek olsaydı, insanlara hangi ümmeti “aman bunlar gibi olmayın!” diye örnek gösterirdi!
Kaynak: http://www.tr724.com/eger-yeni-bir-kitap-inecek-olsaydi/
Bu Yayına Yorum Yapın