Duanın hakkını nasıl veririz? | Cemil Tokpınar


Üç yıl önce Anadolu’nun güzel bir şehrinde programlarımız vardı. Bize rehberlik yapan genç bir kardeşimiz, kendisine yurt dışından gelen bir mesajı bana da okudu.
Mesajı gönderen, Pensilvanya’daki kampta Hocaefendi’den ders alan bir talebeydi. Bir hizmet için odasına giren genç talebe Hocaefendinin ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve kızardığını görür. Buna çok üzülür ve sebebinin sorar. Hocaefendi cevap vermez ve tekrar ağlamaya başlar. Talebesi de ağlayarak eşlik eder. Sakinleştiklerinde talebe tekrar niçin ağladığını sorar. Hocaefendi, birkaç yıldır cemaatin uğradığı haksızlıkların bitmesi için yaptığı dualarda yalnız kaldığını ve arkadaşlarından gerektiği desteği göremediğini belirterek tekrar ağlamaya başlar.
Daha uzun olan hatıranın özeti bu şekildeydi. O gün çok hüzünlendim ve kafamda sayısız soru dolaştı durdu.
Acaba onu hayal kırıklığına uğratan arkadaşları kimlerdi?
Bizim hayal bile edemediğimiz zulümleri sanki önceden bilip görür gibi beş yıldan beri “Günde üç saat bile dua etsek azdır” diyerek her sohbetinde duaya, evrad ve ezkara teşvik eden Hocaefendi’ye yardım etmeyenler kimlerdi?
Sen, ben, hepimiz değil miyiz?
Hizmet ehlinin üzerine karabasan gibi çöken bela ve musibet sarmalının açılıp sulh ve sükûna ermemiz için gerekli “dua okyanusu”na her gün su taşımayan bizlerin ne mazereti var Allah aşkına?
Şimdilerde yine yeniden ısrarla teheccüde, duaya, hacet namazına davet ediyor o dertli insan. Belli ki hizmetimiz, ülkemiz ve bütün müminler için yeni tuzaklar hazırlanıyor, yeni imtihanlar planlanıyor.
Belki de ülkemiz ve İslâm âlemi için umumî bir afet ihtimali giderek artıyor.
Acaba ne olabilir? Savaş mı, terör mü, deprem mi, kaos mu, bilmiyoruz. Neredeyse bu yaşadığımız gaflet, dalalet, hıyanet ve zulümden sonra ne olsa sürpriz olmayacak gibi.
Ama biz günümüz müminleri, her şeye müstehak da olsak yine Erhamürrâhimîn olan Rabbimize yalvarıyoruz:
“Ya Rabbi, celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, kahrından lütfuna, azabından ikram ve ihsanına, Cehenneminden Cennetine sığınıyoruz. Ne olur, bize müstahak olduğumuzu değil, sana yakışan ikram ve ihsanı lütfeyle!”
Evet, bizim akıl ve tecrübe gözüyle gördüğümüzü, ehlullah kalp gözüyle görür, mana âlemlerinde keşif ve müşahedelerde bulunur.
Hususan Hocaefendi gibi velâyet-i kübra makamındaki bir Allah dostu, kim bilir öyle hakikatlere vakıf olur ki, onda ne uyku bırakır, ne iştah, ne gülmeye mecali kalır, ne yaşamaya. Ama öyle tahmin ediyorum ki, yine vazife ve mesuliyet şuurunun ağırlığı, iman ve Kur’an hizmetinin aşk ve şevki yaşama ve hizmet etme azmi verir.
Hocaefendi’nin bizlere tavsiye ettiği duayı ne kadar yapıyoruz?
İsterseniz, bu konuda genel bir harita çıkaralım. Tabiî ki tespitlerimiz ilmî bir anket ve araştırmaya dayanmayacak. Sadece birkaç yıldır yaptığım gözlemler sonucunda bende oluşan bilgi ve kanaati paylaşacağım.
Duanın hakkını verenler
Dua edenler birkaç gruba ayrılıyor. Birincisi duanın hakkını veren kardeşlerimiz. Her gün düzenli olarak dua, evrad ve ezkarına dört elle sarılan kardeşlerimiz var. Bunlar duayı birkaç saniyelik istek cümlelerinden ibaret görmeyip her gün her türlü yalvarıp yakarmayla rahmet kapısının tokmağına sürekli dokunuyorlar. Beş vakit cemaatle namazı, uzun tesbihatı ve duayı; teheccüd, hacet, evvabin, kuşluk namazlarını; Kur’an, Cevşen, Kulübü’d-Dâria, salavat ve diğer evradlarını asla ihmal etmiyorlar. O kadar ki, düzenli Kur’an hatimleri, tefsir, hadis ve Risale okumaları yapıyorlar.
Bu grubun büyük bir çoğunluğunu hapisteki kardeşlerimiz meydana getiriyor. Bundan iki yıl önce hapisteki bir bacımız ailesine yazdığı mektupta, her gün tesbih namazı kıldıklarını belirtiyor, hatta 4444 salavattan oluşan Tefriciye hatmini tek başına yaptığını ve dilinin yorulduğunu anlatıyordu.
14 ay hapiste kaldıktan sonra tahliye olan bir ağabeyimiz, hapiste yattığı süre boyunca teheccüd kıldığını ve sadece bir kere kaçırdığını söylemişti.
Duanın hakkını verenler içinde farklı oranlarda, gaybubette bulunanlar, işini ve mesleğini kaybedenler, parçalanmış aileler, muhacirler, ensarlık yapanlar, malları gasp edilen kardeşlerimiz var.
Bu arada zulme uğrayan kardeşlerimiz arasında birkaç musibeti bir arada yaşayanlar da bulunuyor. Bu süreçte şu gerçeği apaçık bir şekilde görüyoruz: Kimin derdi ıstırabı fazlaysa, kimin yürek yangını her yanını sarmışsa, kim acılar içinde kıvranıyorsa daha fazla dua ediyor, daha çok Allah’a yalvarıp rahmet ve inayetini istiyor.
Mesela, hicrete niyet edenler çıkıncaya kadar ve bilhassa yollarda çok dua ediyor, istediği ülkeye ulaşınca biraz rahatlıyor, ailesi gelinceye kadar daha bir garip ve mahzun bir şekilde duaya devam ediyor, daha sonra giderek normale dönüyor.
Hemen şunu hatırlatayım: Yaptığım tespitiler çoğunluğa göredir, asla genelleme yapmak istemem. Pekâlâ buraya kadar yaptığım ve yazı bitinceye kadar yapacağım gruplandırmalarda genel tespitlerimin dışına çıkanlar istisnalar da var.
Yani hapisten çıksa bile aynı şekilde duaya devam eden veya ailesine ve rahat bir ortama bile kavuşsa asla duadan vazgeçmeyen muhacirler de bulunuyor.
Bu gruba en güzel örnek, bu süreçte çok fazla mağduriyet yaşamadığı halde hizmetin ve kardeşlerinin derdiyle dertlenip ateş nereye düşerse düşsün kendi yüreğini yangın yerine çeviren ve duanın hakkını veren kardeşlerimiz.
Buraya kadar “duanın hakkını verenler” diye isimlendirdiğimiz grup, ne yazık ki genel içinde küçük bir azınlığı teşkil ediyor.
Mağduriyet arttıkça dua ada artıyor
İkinci grup ise, hakkıyla ve düzenli dua etmese de, bazı günler teheccüd ve hacet kılarak, kısmen de olsa evrad ve ezkar okuyarak dua eden kardeşlerimiz. Bunlar içinde de mağduriyet yaşayanlar, parçalanmış aileler veya ailesinden biri mağdur olan kardeşlerimiz çoğunluğu teşkil ediyor. Mağduriyetin acı ve ıstırabı arttıkça dua da artıyor, zulme maruz kalma durumu azaldıkça dua da azalıyor.
Üçüncü grup ise, normal ibadet hayatlarına hiçbir ziyade ilave etmeyen, her zamanki farzları ve kısa dualarıyla yetinen, evrad ve ezkara hiç meyletmeyen kardeşlerimiz var. Tabiî ki bu süreçte duanın hakkını vermeye çalışanlar, “Aman Allah’ım, böyle kimseler var mı?” diyebilirler. Maalesef hem de çoğunluğu oluşturan kardeşlerimiz de bunlar.
Neredeyse bazen namazdan sonra kısa tesbihatı bile yapmayan, farz namazdan başkasına hiç yaklaşmayan, teheccüd ve hacetle arası olmayan, az bile olsa günlük evrad ve ezkarı alışkanlık haline getirmeyenler var. Hatta namazdan sonraki kısacık duada bile mazlumlar için dua etmeyenler bulunabiliyor.
Bu grubun detayında çok ilginç hatıralarım var. Fakat onları geçip genel bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Sevgili dostlar! Cenab-ı Hak bir kuluna dua ettirmek isterse, çeşitli hastalıklar, musibetler, belalar, mahrumiyetler verir. Adeta acı ve kederden kıvrandırır, kulağından tutar burnunu yere sürter, gece gündüz yalvartır, ah u efgan ile ağlatır. Aslında Allah’ın kulunu kendine döndürmek için çeşitli imtihanlar vermesi bile bir nimettir, rahmettir. Kul eğer mesajı alıp Rabbine yalvarır, dua ve ibadetlerini arttırır ve Allah’ın hikmeti de gerektirirse celal tecellisi cemale döner. Fakat kul mesajı almaz veya alsa bile gaflet ve tembelliğine mağlup olursa musibetler artar, ta kul yalvarıp yakarana kadar devam eder. Her şeye rağmen İlâhî ikazı dikkate almayıp her daim vurdumduymaz davranırsa dünyada ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
İlâhî takdir bizi dua kahramanı yapmak istiyor. Belki günahlardan arındırıp takva mertebelerinde yücelme fırsatı sunuyor. Mesajı doğru anlamak ve gereğini yapmak bize iki cihanda da kazandırır.
Ne yazık ki, nafile namazlar, beş vakit namazdan sonra uzun tesbihat, dua, evrad, oruç ve mübarek gecelerin sabaha kadar ihyası gibi konularda eski gayret, kıvam ve tavizsizliğimizi kaybettik. Bir an önce eski hassasiyetimizi yakalamak, sürecin de ömrünü kısaltabilir.
Acaba her namazdan sonra birkaç dakika dua etmek, Üstadımızdan miras kalan uzun tesbihatı yapmak, her gece 15 dakika ayırıp teheccüd ve hacet kılmak, her gün bir miktar zamanı evradımıza ayırmak çok mu zor? Bu hizmete ve mağdur kardeşlerimize karşı hiç mi vazifemiz, vefamız, sorumluluğumuz yok?
Bu konuda hizmet yaşı büyük olanlar, hadimler, nasihler, mesuller, abiler, ablalar hem yaşayışıyla en güzel örnek olmalı, hem de sözlü ve yazılı teşvik ve takipte bulunmalı. Özellikle sosyal medya ve telefon mesajlarında en çok paylaşılan konular siyaset ve güncel konular değil, kendi gündemlerimiz olmalı. Çünkü başarılı olmak için ilgi alanımıza değil etki alanımıza odaklanmalıyız, edilgen değil etkin olmalıyız, reaksiyonerlikten ziyade aksiyonerlik vazifesi görmeliyiz.
Aksi halde hem “çağın dertlisi” ağlamayave bize gönül koymaya devam edecek, hem de dünyada ve ahirette “keşke’lerden keşke’lere” savrulup gideceğiz. Rabbim bizi kazanma kuşağında kaybedenlerden eylemesin.
Kaynak: http://www.tr724.com/duanin-hakkini-nasil-veririz/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.