Zer ve sürgünde bayram | #SelahattinSevi
Bazen bir türkü için çok uzaklara gidilir, bazen de bir türkü çok uzakları yakınınıza getirir...
Babanne Zarife tedavi olmak için geldiği New York’ta, bir hastane odasında genç torununu dinliyor. Jan’ın yabancı olduğu bir dilde, gitarı eşliğinde söylediği İngilizce şarkıyı anlamıyor ama sesini beğeniyor. Sonra, “mızıkçılık yok babaanne, sıra sende” ısrarına dayanamayıp geç kavuştuğu torununa Kürtçe bir türkü mırıldanıyor.
– Zer ah Zer, kimin aşkı Zer…
Babaanne hastane odasında ruhunu teslim edince müzik öğrencisi Jan o türkünün peşine düşüyor.
Biz de Jan’ın peşine…
Film gösterime girdikten yaklaşık bir yıl sonra, Almanya’nın küçük bir kasabasında, Friedrich-Ebert Realschule’de, lise öğrencilerinin mütevazı temsil salonuna kurulan beyaz perdenin karşısındayız.
Pos bıyıklı dedeler, beyaz tülbentli nineler, ‘karaşın’ gençler, çocuklar ve anne babalarıyla birkaç Alman, Kazım Öz’ün kamerasının peşinde New York’tan Anadolu’ya keşif yolculuğuna çıkıyoruz.
Genç Jan babannesinin uyurken sayıkladığı, ‘rüya’ diye anlattığı şeylerin kendi geçmişi ve kökleriyle ilgili gerçekler olduğunu öğrenince ‘neden hep aynı rüyayı gördüğünü’ daha iyi anlıyor. Ardından tutkuyla New York’un gökdelenlerinden Afyon’un taş evlerine, oradan da Dersim’in çorak topraklarına uzanıyor masallara, destanlara, türkülere tutuna tutuna…
“Şimdi sen bir şarkı için mi ta buralara geldin?” sorusu her durakta tekrarlanıyor.
Böyledir. Bazen bir türkü için çok uzaklara gidilir, bazen de bir türkü çok uzakları yakınınıza getirir.
Bursa’nın bir dağ köyünde, küçük bir çocukken yaşlı Ahmet Amca bazen garip seslerle cümleler kurardı. Çok sonraları o seslerin Dersim’den sürülen ve birkaç gün bizim Bayırderesi’nde konaklayan sürgün ailelerin kendi aralarındaki konuşmalarının taklidi olduğunu anladım. Ama ilginçtir, ne Ahmet Amca ne de köyün diğer insanları o acılara dair bir şey biliyordu. Neden bu insanlar aç ve sefil, üstleri başları pejmürde halde nereden gelip nereye gidiyor, dertleri ne diye bir soru akıllarına gelmemişti.
Oysa Zer filmine de konu olan ‘garip misafirlerin’ birçok sahnedeki kültürel kodlarının izdüşümleri ile bizim hayatımızda yer alan ritüeller birebir aynıydı.
Bizim köyün de ‘Dede Ağacı’ vardı. Bahar mevsimi geldiğinde pişmemiş yiyeceklerle ‘dede’lere gider, adaklar adardık. Elbiselerimizden çektiğimiz ipleri ağaçlara bağlayıp dilekler tutardık. Islattığımız parmak uçlarımızla toprağı dilimize götürürdük.
Çam ağaçlarının arasından uzunca bir yoldan ‘Garipçe Dede’ye ulaştığımızda diğer yörük köyleri de hazır bulunur, çocukluk muhayyilemizin unutulmaz anlarının sahnelerini yaşardık.
Fakat dedemin ve babaannemin arkadaşları kış aylarını ‘köy odasında’ geçiren çingenelerin hayatını merak etmedikleri gibi, hasbelkader tanrı misafiri olan, yedirip içirip gönderdikleri sürgün Dersimlilerin acılarına da kulak kabartmamıştı.
Daha sonra ‘sınırlı-sorumlu’ Diyanet imamları eliyle fazlaca ‘şaman’ bulunmuş olacak ki, dedelere ziyaret kaldırıldı. Yerine her bayram arefesinde yaptığımıza ilave yeni bir ‘mezarlık ziyareti’ ikame edildi.
Köpürcekli Ali ve ekibinin şenlendirdiği köy düğünleri gibi pastoral yaşamımızdan bir neşe daha eksilmişti.
Jan’ın yolculuğuna eşlik edecektim, kendi çocukluğuma vardım.
Tekrar salona, filme dönmeliyim…
Zer devlet güçlerinin Seyit Rıza liderliğindeki bir ayaklanmayı bastırması sırasında Alevilere acımasızca şiddet uyguladığı, 1938 Dersim Katliamını ele alan ilk uzun metrajlı film.
Senaryonun Afyonkarahisar sahnesinde güçlü bir adam, yerde yatan bir adamın boğazına basmış, onu eziyor. Taziye evinde ise babası Jan’ın sözlerini boğazına diziyor. Eski/meyen korkularının tedirginliği ile, “Ne Kürtçesi, sen buraya babaannene kötülük etmeye mi geldin?” diyor.
Rüyalarıyla birlikte ölmüş bir kadına daha ne kadar kötülük yapılabilirse!
Fakat Jan’a rüyasının devamını halası Havva, “Bu sır bana ağır geliyor” diye tamamlıyor: Annem Dersim olaylarına katılmış bir üst düzey asker akrabamız tarafından evlatlık olarak alınıp Afyon’a getirilmiş bir çocukmuş Jan. Annemin gerçek adı Zer’miş. Zer annemin köyünde eski bir aşk hikayesini anlatan destanmış. Katliamda gözleri önünde vurulan dayısı evlerine geldiğinde hep bu Zer şarkısını anneme söylermiş. Çok büyük bir vahşet yaşanmış orada Jan.
“Demek gördüğü rüya değil, gerçekmiş” diyebiliyor Jan.
Dersim ormanlarında bir derenin kıyısına vardığında babannesi ve kız kardeşi gözünün önüne bir gelip bir kayboluyor. Peşlerinden gitse de kavuşamıyor.
Tıpkı filmin en duygusal sahnelerde göz göze geldiği utangaç Kürt kızına kavuşamadığı gibi…
Filmin sonunda yönetmen Kazım Öz’ün moderatörlüğünde salon mini bir foruma dönüşüyor. Belgesel gerçekçiliği bekleyenler hayal kırıklığına uğruyor. Seyircilerden biri, “Ama film bitmedi ki…” diyor.
Cevabını az sayıda olan Alman seyircilerden biri veriyor: “Filmi izlerken Türkiye’de 4-5 yıldır yaşananları gözümün önüne getirerek izledim…”
Evet, Zarife gibi dedemin arkadaşları da artık hayatta değil.
Fakat onların çocukları ve torunları köyde de kalsalar, şehire de taşınsalar hala bütün Türkiye’den yükselen ‘Zer’ ağıtlarını duymuyor. Üstelik o ağıtlar bildikleri bir dilde yakılsa da…
Kötülük örgütlenmesi Zarife ve kızkardeşinin karşısına geçmek zorunda oldukları Munzur’u çıkardığı gibi 80 yıl sonrasının sürgünlerin önüne Meriç’i, Ege’yi çıkarıyor.
Kaynak: https://kronos1.news/tr/zer-ve-surgunde-bayram/
Bu Yayına Yorum Yapın