SERSERİ DEVLET Mİ DAHA BÜYÜK BİR TEHDİT, NÜKLEER SİLAH MI? | Bülent Keneş
Pek çok şey gibi tehdit algısı de izafidir. Güvenilen, aklı seliminden, kalbi seliminden emin olunan, geçmişte güvenilirliği defalarca test edilmiş olan bir kişinin elindeki bir bıçağı hiç kimse kendisine tehdit olarak görmez. Tam tersine, adı geçmişte türlü nahoş hadiselere karışmış güvenilmez bir serserinin elindeyse bu bıçak, çevresindekilerin ciddi bir tehdit algılamasından ve endişe duymasından daha doğal bir şey olamaz. Bıçak aynı bıçak olmasına aynı bıçaktır ama insanların tehdit ve tehlike algılaması o bıçağı elinde tutanın kimliğine ve karakterine göre değişiklik gösterir.
Rejimler de böyledir. Demokratik, şeffaf, hesap veren, ülkesi üzerinde, bölgesinde ve uluslararası alanda hep istikrar unsuru olarak görülen bir rejimin elindeyken tehdit olarak görülmeyen bazı imkanlar, yapıp ettikleriyle bu özelliklerin tam tersi bir karaktere bürünmüş ve kendisine “serseri devlet” denilecek kadar ciddi bir tehdit algısı oluşturacak imajı hak etmiş bir rejimin elinde ölümcül bir tehdit olarak görülebilir.
Mevcut İran rejimi, on yıllardır uluslararası toplum nezdinde işte böyle bir pozisyonda. Onun için başka ülkelerin elindeyken varlığı kimseyi rahatsız etmeyen bazı imkanların İran’ın elinde bulunması ya da sözkonusu bu imkanlara erişme ihtimali büyük bir tedirginlik, korku ve endişeyle karşılanıyor. Bu nahoş durumu, uluslararası toplumun ve bu topluma yön veren güç merkezlerinin çifte standartlı, iki yüzlü tavırlarıyla açıklamanın yeterli olmayacağı ise aşikar.
DİPLOMASİYİ TAKİYYE VE KİTMANLA EŞİTLEMENİN NETİCESİ
İran siyasetine, güvenlik ve dış politikasına yön veren, diplomasi anlayışıyla birebir örtüşen takiyye ve kitman gibi bu rejimin her türlü karar, söz, vaat ve eylemlerine güven duyulmasını imkansız hale getiren anlayış sürdüğü müddetçe, bu tehdit algısı ve güvensizliğin devam etmesi kaçınılmazdır. İran Devrimi’nin gerçekleştiği 1979’dan bu yana bölgede yaşanan gelişmelere bakıldığında, bölge ve uluslararası toplum için asıl sorun teşkil eden şeyin, İran Rejimi’nin edindiği ya da edinmeye çabaladığı her türlü kapasiteden ziyade hem kendi ülkesi üzerinde hem de daha geniş bir bölgede tahakküm ve nüfuz peşinde olan rejimin karakteri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu, önemsenmeyecek, birkaç kelimeyle üzerinde durulup geçilecek bir sorun değildir. Çünkü, ABD Başkanı Donald Trump’ın baştan beri peşinde olduğu ancak İsrail’in fişteklemesiyle devreye soktuğu nükleer anlaşmadan çekilme kararında olduğu gibi, İran halkının bazen hak etmediği türlü belalarla sınanmasının başlıca sebebi de rejimin bu korkunç karakterinden başkası değildir.
Ben şahsen yıllardır, İran Rejimi’nin kendisi için varoluşsal bir mesele haline getirdiği askeri amaçlı nükleer programından asla vazgeçmeyeceğini savunanlardanım. Uluslararası toplumla ve örgütlerle uzlaşır gibi yaptığı dönemlerde bile ya bu faaliyetlerini bir şekilde gizliden yürütmeye devam ettiğini ya da uzlaşı ve yumuşama dönemlerini bu tür faaliyetleri yürütmekte ihtiyaç duyduğu maddi ve teknik imkanlara erişmek için değerlendirdiğine inananlardanım.
ANLAŞMAYA RAĞMEN GÜVEN BUNALIMI AŞILAMADI
P5+1 diye anılan ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 5 daimi üyesi (ABD, İngiltere, Çin, Fransa ve Rusya) ile Almanya’nın 2015 Temmuz’unda İran’la vardığı bir anlaşma neticesinde 2016 Ocak ayından itibaren uygulamaya soktuğu Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) işlevselliği konusunda da bu şüphem hep devam etti. İran rejiminin, daha önce de uluslararası toplumla anlaştığı halde, defalarca ortaya çıkan gizli nükleer çalışmaları bu konudaki haklı şüphelerin temel dayanağı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) yetkililerine, İran’ın nükleer güç tesislerinde denetim yapma hakkı sağlayan KOEP’e dair şüphelerin kaynağını da İran rejiminin güvenlik ve dış politikasında iki yüzlülüğü bir karakter haline getirmesi oluşturuyor.
Hatırlanacağı gibi, bu anlaşma çerçevesinde Tahran yönetimi çalışmalarını nükleer güç tesisinde kullanılabilecek yüzde 3 düzeyinde zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesiyle sınırlandırma ve 20 bin olan santrifüj sayısını 10 yıl boyunca 5 bin 60 ile sınırlı tutma sözü vermişti. Nükleer silah üretiminde kullanılan uranyum yüzde 90 düzeyinde zenginleştirme gerektirdiği için bu anlaşmanın İran’ın nükleer silah edinme amacını belirli bir süre geciktirmeyi garantilediğine inanılmaktaydı.
İran’ın aylar süren müzakereler sonucunda verdiği nükleer faaliyetlerini sınırlama sözüne karşılık Batılı ülkeler, İran ekonomisini etkileyen yaptırımları kaldırma sözü vermişti. İran, bu sayede ülke dışındaki 100 milyar dolarlık dondurulmuş varlıklarına erişim hakkını, dünya pazarlarına yeniden petrol satma imkanını elde etmişti.
Her adımıyla dünyayı hop oturtup hop kaldırtan Trump ise, başkanlık seçimleri için yürüttüğü kampanyadan bu yana İran ile yapılan bu anlaşmaya hep karşı çıkmıştı. Kasım 2016’daki başkanlık seçimi öncesi ve sonrasında bu anlaşmayı, “dünyanın en kötü anlaşması” olarak nitelendirmişti. Anlaşmanın İran’ın kapsamlı ve gelişmiş balistik füze programını kapsamaması ve üzerinden 10 yıl geçtikten sonra Tahran’ın yeniden nükleer çalışmalarına dönmesine imkan veren hükümler içermesi nedeniyle anlaşmayı “kusurlu” görüyordu. İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler ise anlaşmanın, eksikleri giderilerek korunmasını savunuyordu.
MOSSAD 55 BİN SAYFA GİZLİ DOKÜMAN ELE GEÇİRDİ
Trump, daha önce defalarca 12 Mayıs’ta açıklayacağını duyurduğu halde ABD’nin bu anlaşmadan çekilme kararını 8 Mayıs’ta açıklayıverdi. Bu aceleciliğin sebeplerinin yakın zamanda ortaya çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın. Ancak, ilk göstergeler bu öne almada İsrail’in kendisine sağladığı ve UAEA’nın bulgularıyla taban tabana çelişen bazı dokümanların etkili olduğu yönünde.
Anlaşmanın kotarılmasında belirleyici bir rol oynayan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Ashton’un yerinde oturan Federica Mogherini’nin de ifade ettiği gibi, İran’ın nükleer anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerini denetleyen tek yetkili kurum olan UAEA, Tahran’ın sorumluluklarını yerine getirdiğini gösteren 10 rapor yayımladı. UAEA, 1 Mayıs günü yaptığı bir açıklamada da, “İran’da 2009 yılından sonra nükleer patlayıcı bir aygıtın geliştirilmesine yönelik faaliyetlere dair güvenilir bir gösterge bulunmadığını,” duyurdu. UAEA, bu açıklamayı İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, İsrail istihbaratının, İran’ın nükleer silah üretmek için gizli bir program üzerinde çalıştığına dair delillere ulaştığı iddiası üzerine yaptı.
Çok sayıda nükleer silah başlığına sahip olduğuna dair iddia ve belgeleri yıllardır ne doğrulayan ne de yalanlayan ve üstelik Nükleer Silahların Yayılması Antlaşması’na (NPT) taraf da olmayan İsrail’in Başbakanı Netanyahu, 30 Nisan günü yaptığı açıklamada, MOSSAD’ın “İran nükleer programı hakkında 183 CD’de dosyalanmış 55 bin sayfa gizli bilgiye” ulaştığını duyurmuş ve “İran, askeri nükleer programa sahip olmadığını söylerken dürüst değildi,” ifadelerini kullanmıştı.
MOSSAD ajanlarının ulaştığı on binlerce belgenin, İran’ın nükleer silah üretmeye çalıştığını ortaya koyduğunu savunan Netanyahu, İran’ın gizli yürüttüğü nükleer programının adının ise “Amad Projesi” olduğunu söyledi. Bu projenin merkezinde yeni sistemler kurulmasının bulunduğunu aktardı, ancak ayrıntılı bilgi vermedi. Ancak, “2015 yılında uluslararası güçler ile nükleer anlaşma imzalandıktan sonra Tahran, balistik füzelere konulmak üzere Hiroşima’ya atılan benzeri 5 nükleer bomba geliştirilmesi için hazırlanan nükleer program hakkında bilgilerin yer aldığı birçok belgeyi gizledi,” demeyi ihmal etmedi.
TRUMP’IN KARARINDA İSRAİL VE NETANYAHU’NUN TESİRİ BÜYÜK
İran’ın nükleer silah yapımını sürdürmeyi planladığını ifade eden Netanyahu, ABD’nin de bu bilgileri araştırmaya çalıştığını sözlerine ekledi. The New York Times gazetesine konuşan İsrailli üst düzey bir yetkili ise sözkonusu belgelerin saklandığı yerin Şubat 2016’da MOSSAD tarafından tespit edilerek izlendiğini, Ocak 2018’de ajanların bir gece binaya girerek belgeleri ele geçirerek İsrail’e kaçırdığını söylemişti. Buna göre, bir çoğu Farsça yazıldığı için analiz süreci zaman aldığından, belgelerin 4 ay sonra açıklanabildiği kaydedilmişti. Haberde, MOSSAD Başkanı Yossi Cohen’in, söz konusu operasyona ilişkin Ocak ayında Washington’a yaptığı ziyaret sırasında ABD Başkanı Trump’a bilgi verdiği de aktarılmıştı. Trump’ın tüm tarafların hilafına tek taraflı olarak ABD’yi anlaşmadan çekmesinde İsrail’in bu çabasının ve somut iştihbarat paylaşımının ciddi etkisi olduğu görülüyor.
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in, Netanyahu’yu ‘yalancı çoban’ olarak nitelendirmesine ve Haaretz gazetesinin sözkonusu belgelerin çoğunun 2011’de UAEA tarafından yayınlanan belgeler olduğunu yazmasına rağmen, bunların Trump’ın çok uzun zamandır niyetlendiği kararı üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Çünkü, Trump çoktan “Bu açıklamalar, bu konuda bugüne kadar söylediklerimde yüzde 100 haklı olduğumu kanıtlıyor,” demişti.
Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Sanders de, İsrail’in ortaya koyduğu bilgi ve belgeler ışığında konuyu yakinen takip ettiklerini belirterek, “Bu durum, ABD’nin uzun zamandır bildiği bir gerçeği ortaya koyuyor: İran dinamik ve gizli bir nükleer silah programını sürdürüyor. Bunu dünyadan ve kendi halkından saklamaya çalıştı ancak başaramadı,” ifadelerini kullanmıştı.
İRAN, UAEA’YA HEP YALAN MI SÖYLEDİ?
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da, yaptığı bir yazılı açıklamada, “Yıllardır İran rejimi, nükleer programının barışçıl olduğu konusunda ısrar etti. İsrail tarafından İran’dan ele geçirilen belgeler, İran rejiminin doğruları söylemediğine dair bir şüphe bırakmadığını gösterdi. Belgeler İran’ın nükleer silah programını yıllardır devam ettirdiğini gösteriyor. İran, nükleer silah ve füze sistemlerini geliştirmeye devam etti. İran çok büyük atomsal arşivi dünyadan ve UAEA’dan bugüne kadar gizledi… İran’ın nükleer çalışmalarını kabul etmek ve dosyaları UAEA’ya vermek için yıllardır çok defa imkanı oldu. Onlar ise ısrarla UAEA’ya yıllardır yalan söyledi. Bu, anlaşmanın iyi niyet üzerine kurulmadığı anlamına geliyor. İran’ın yalanları üzerine kuruldu,” dedi.
İran’ın, barışçıl amaçlı olduğunu savunduğu nükleer çalışmaların askeri amaçlı olduğunun yıllardır en büyük delili olarak gösterilen uzun menzilli balistik füze programını ısrarla sürdürme çabası da Trump’ın kararında etkili olmuş gözüküyor. İşin garibi, Trump’ın anlaşmadan çekilme tavrını eleştiren Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi bir çok liderin de İran’ın balistik füze programından ciddi endişe duyuyor olması.
ABD, İran’la yapılan anlaşmaya ısrarla İran’ın balistik füze faaliyetlerini durdurulması şartının da konulmasını savunmuştu. İran’ın kimyasal, nükleer ve biyolojik savaş başlıkları taşıyabilme kabiliyetine sahip balistik füzeleriyle Avrupa’nın birçok noktasını, Asya ve Afrika’nın büyük bölümünü ve Ortadoğu’yu vurma kapasitesine sahip olması, başta İsrail olmak üzere bölge ülkelerinin yanısıra Avrupa ülkeleri tarafından da bir tehdit olarak görülüyor.
İran rejimi yaklaşık 30 yıldan bu yana Rusya ve Kuzey Kore’den aldığı destekle menzili 300 ile 3 bin kilometre arasında değişen Şahab, Siccil, Kadr, Kıyam, Aşura ve Hurremşehr gibi balistik füzeleri geliştirdi. İran’ın Rus uzmanlarla 10 bin kilometre menzilli Şahab-6 füzesini geliştirme çalışmaları ise sürüyor. ABD mercileri 2005 yılında yaptıkları açıklamalarda, İran’ın 2015 yılında kıtalararası balistik füze yapabilecek güce ulaşabileceğini söylemişti. Artan eleştiriler karşısında ise İran dini lideri Ali Hamaney’in Devrim Muhafızları Temsilcisi Abdullah Hacı Sadıki, İran düşmanlarının İran’ın füze faaliyetlerini durdurmalarını ancak ‘rüyalarında görebileceklerini’ savunmuştu.
İsrail ve Suudi Arabistan ise her fırsatta İran’ın balistik füzelerinin ulusal güvenliklerini tehdit ettiğini dile getirmeye devam ediyor. Tahran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki doğrudan veya dolaylı askeri varlığı da hem Trump’ın anlaşmadan çekilme kararının, hem de bu tavrının İsrail, BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn gibi ülkelerden güçlü destek bulmasının önemli sebeplerinden bir diğerini oluşturuyor.
AB ÜLKELERİNİN ÖNCELİĞİ EKONOMİK GETİRİLERİ
ABD Savunma Bakanı Jim Mattis’in geçtiğimiz günlerde Kongre’de yaptığı bir konuşmada Yemen’den Suudi Arabistan’a, Bahreyn ve Lübnan’a kadar uzanan büyük bir coğrafyada kötü niyetli faaliyetlerini sürdürdüğünü kaydettiği İran’ın desteği olmadan halen halkını katleden ve mülteci akınlarına neden olan Beşar Esed’in Suriye’de iktidarda kalamayacağına dair sözleri de Trump’ın kararının arkasındaki anlayışı özetliyor. Özellikle İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki güçlü askeri varlığının oluşturduğu tehditlerden dolayı İsrail Parlamentosu Knesset’in, geçtiğimiz günlerde Başbakan Netanyahu’ya savaş ilan etme yetkisi veren bir yasa tasarısını onaylaması bu konudaki tehdit algılamasının ciddiyetini gösteriyor.
Berbat imajı ve küstah üslubundan dolayı her yaptığına şüpheyle yaklaşılan Trump’ın İran konusunda aldığı kararın ise anlık bir karar olmadığı, bu karar için ciddi bir altyapı hazırlığı yapıldığı görülüyor. ABD Hazine Bakanlığı’nın hemen devreye girerek 6 kişi ve 3 kuruluşun Yabancı Varlıkların Kontrolü Ofisi (OFAC) tarafından yaptırım listesine eklenmesi bunu gösteriyor. Daha kapsamlı yaptırım paketlerinin ise ilkinin 6 Ağustos’ta, ikincisinin 4 Kasım’da devreye girmesi planlanıyor. Gelişmeleri yakından izleyen uzmanlar, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin tavrının, Trump’ın kararının İran rejimi üzerindeki muhtemel etkisinde belirleyici olacağını kaydederken, AB ülkeleri anlaşmayı şimdilik ABD’siz ayakta tutmaya çaba gösteriyor.
AB’nin hassasiyetinin ise daha ziyade ender diplomatik başarılarından biri olan bu anlaşmayı bir prestij meselesi olarak görmesinden ve ekonomik çıkarlarını sürdürme arzusundan kaynaklandığı görülüyor. 2015 yılında İran ile ticareti 7,7 milyar avro olan AB’nin, 2016’da bazı yaptırımların kaldırılmasıyla beraber ticaret hacmi neredeyse iki katına çıkarak 13,7 milyar avroya ulaştı. Geçen yıl da taraflar arasındaki ticaret hacmi ciddi artış göstererek 21 milyar avroya kadar yükseldi. AB’nin İran’la ticaretinde 2016-2017 dönemi ithalatı yıllık bazda yüzde 31,5 artarken, ihracatı da yüzde 83,9 artış gösterdi.
Tüm bu veriler, AB’nin İran nükleer anlaşmasına olan hassasiyetinin sadece bölgesel istikrar ya da nükleerden arındırma hedefinden kaynaklanmadığını gösteriyor. Aksine Fransa, Almanya ve İngiltere ekonomik çıkarlarının zedelenmesinden endişe ediyor. Özellikle Fransa ve İran arasındaki ticaret hacmi Ocak-Ekim 2017 döneminde önceki yıla göre yüzde 118 artmış durumda. İran ile nükleer müzakerelerin ardından, Fransız petrol şirketi Total’in İran’ın Güney Pars doğalgaz sahasında 4,8 milyar dolarlık yatırım anlaşması bunun en açık örneklerinden biri. Ayrıca, uçak üreticisi Airbus firması da İran’a 18 milyar dolar karşılığında 100 uçak satış anlaşmasını imzalamıştı. Fransız otomotiv devleri Renault ve Peugeot’nun da İran pazarında önemli payı bulunuyor.
ABD YAPTIRIMLARI ARTIRINCA AB ÜLKELERİ DE DİRENEMEZ
Bununla birlikte geçmiş tecrübeler ABD’nin ekonomik ve siyasi yaptırım kapsamını aşamalı olarak artırması durumunda AB ülkelerinin de fazla direnemeyeceğini gösteriyor. AB ülkelerinin ABD’ye katılmasının ise İran iç siyaseti ve bölgesel politikaları üzerinde çok ciddi etkileri olması bekleniyor. Yine bizzat İran’ın kendisi çekilme kararı almadığı müddetçe anlaşmanın bir süre daha sürdürülebileceği üzerinde duruluyor. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, ülkesinin menfaatlerine hizmet ettiği sürece anlaşmaya, kalan 5 ülkeyle devam edeceklerini ve mevcut durumda İran halkının her zamankinden daha fazla bütünleşeceğini savunuyor.
İran rejiminin dayandığı güvenlik elitinin yaklaşımı ise, AB ülkelerine karşı ciddi bir güvensizlik içeriyor. Mesela Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi, Avrupalıların kendi başlarına hareket edemeyeceğini ve ABD’ye bağlı olduklarını savunuyor. Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ise Suudi Arabistan’ın ABD’yi İran’a saldırmak konusunda ikna etmeye çalıştığını iddia ediyor.
İran’ı bekleyen asıl yıkımın ekonomik ve sosyo-politik cephede yaşanacağı tahmin ediliyor. Nükleer anlaşma öncesi günlük 4,3 milyon varillik petrol üretiminin ancak dörtte birini ihraç edebilen İran, benzer bir duruma tekrar düşmesi halinde ciddi ekonomik kayıplar yaşayacak. Nükleer anlaşmanın yürürlüğe girdiği 2016 yılında, yaptırımların kaldırılmasının ardından ülke ekonomisi önemli ölçüde toparlanmış ve İran GSYH’si yüzde 12,5 büyümüştü. Buna karşılık ABD’nin anlaşmadan çekilme beklentisi son iki ayda riyalin yüzde 35’ten fazla değer kaybetmesine neden oldu. Taviz vererek geri adım atması durumunda bunun devamının rejim değişikliğine kadar gidebileceği endişesi yaşayan Tahran rejiminin hareket alanı ise oldukça kısıtlı.
İranlı liderler uluslararası baskı karşısında İran halkının direnç göstereceğini savunsalar da, barış döneminde elde edilen ekonomik kaynakların İran halkının refahı yerine bölgedeki aşırıcı Şii grupların finansmanında kullanılmasının oluşturduğu hoşnutsuzluk ile ülkedeki yüksek işsizlik ve enflasyon oranlarının üzerine gelecek yeni ekonomik baskıların düşük gelirli kesimlerde büyük rahatsızlıklara neden olması bekleniyor. Yaptırımlarla İran ekonomisinin daha da kötüleşmesinin halk arasındaki memnuniyetsizliği artırması ve bunun Aralık ayında olduğu gibi rejim karşıtı protestoları tetikleyebileceği konuşuluyor. Bununla birlikte hem Trump’ın şahin tavrının hem de ekonomide yol açacağı muhtemel sıkıntıların İran’daki ılımlılara karşı tutucu şahinlerin elini güçlendirebileceği üzerinde de duruluyor.
REZA ZARRAB’A ÇALIŞAN HALKBANK VE TÜRKİYE NASIL ETKİLENECEK?
Trump’un aldığı karar hiç şüphesiz ki sadece İran’ı etkilemeyecek. Evet doğru, ABD Hazine Bakanlığı’ndan apılan açıklamada İran’a yönelik yaptırımların 90 ve 180 günlük periyotlarla yeniden uygulanmaya başlanacağı duyuruldu. İlk etapta İran hükümeti, ABD doları satın alamayacak, altın ve değerli madenlerle ticaret yapamayacak. Ayrıca, İran’ın alüminyum, çelik, kömür ticareti ile otomotiv sektörü üzerine yaptırımlar gelirken, İran dışında riyal üzerinden gerçekleşen önemli işlemlere de kısıtlamalar getirilecek.
ABD’nin İran’a yönelik ikinci yaptırım paketi ise İran Ulusal Petrol Şirketi (NIOC) üzerine uluslararası kısıtlamalar getirilmesini, İran’dan petrol, petrokimya ve petrol ürünleri satın alınması ve genel olarak İran enerji sektörü üzerine yaptırımlar uygulanmasını öngörüyor. Ülkenin gemicilik sektörü, İran Merkez Bankası’nın yabancı finansal kuruluşlarla faaliyetleri ve 16 Ocak 2016’da yaptırım listesinden çıkarılan İran’la ilişkisi olan kişilere de yeniden yaptırımlar getirilecek.
Hazine Bakanlığı, 5 Kasım itibarıyla ABD’li kişi veya kuruluşlar tarafından işletilen veya kontrol edilen ve İran hükümetiyle ilişkisi veya faaliyeti olan kuruluşların da yetkisinin iptal edileceğini duyurdu. ABD Hazine Bakanı Steven Mnuchin, Amerikalı uluslararası uçak devi Boeing ile merkezi Hollanda’da bulunan AirBus’ın, İranlı şirketlere yolcu uçağı satma anlaşmaları kapsamında lisanslarının iptal edildiğini açıkladı bile. Boeing’in İran Air ile 80 uçak karşılığında 16,6 milyar dolarlık, İran Aseman ile de 30 uçak karşılığında 3 milyar dolarlık anlaşması bulunurken, AirBus ise İran Air’le 100 uçak karşılığında 19 milyar dolarlık satış anlaşması yapmıştı.
Bu yaptırımların hiç şüphesiz ki Türk ekonomisi üzerinde de ciddi olumsuz yansımaları olacak. En azından Trump’ın İran’a geniş kapsamlı ekonomik ve siyasi yaptırımları yeniden ana gündem yaptığı bir ortamda Reza Zarrab’ın verdiği rüşvetlerin cazibesine kapılıp Halkbank gibi devlet bankaları üzerinden İran kara parasının transferine ve aklanmasına aracılık eden Türkiye’ye kesilecek cezanın da bu atmosferden çok ciddi bir şekilde etkilenmesini bekleyebiliriz.
Bu Yayına Yorum Yapın