SEÇİM GÜNLÜĞÜMDEN SATIR BAŞLARI Mehmet Efe Çaman
İslamcıların birincil özlemi sisteme dâhil olmaktıysa, ikincil özlemi sistemi ele geçirmekti. İktidara geldiğinden beri Erdoğan ve AKP sisteme dahil olmaya, onun içinde varlıklarını berkitmeye, konsolidasyon sağlamaya çalıştılar. Bunu başlangıçta Avrupa Birliği (AB) üyelik momentumunun sağladığı kaldıraçla başarmaya çalıştılar. Merkezi devlet, ideolojisinin odağında yer alan Batılılaşma ideolojik unsuru nedeniyle AB çerçevesindeki demokratikleşmeye kategorik olarak karşı duramadı. Kemalist devletin vücut bulmuş şekli olan ordu, devletin koruyucusu ve teminatı olma görevinden uzaklaştırılarak, demokratik olağan sınırlara geriletildi.
Ordunun önemli bir bölümü Batıcı ve NATO’cu olduğundan, buna razı oldu. Ordu içinde TSK’nın sistemdeki başat güç olma konumunu kaybetmesinden rahatsız olan bir kesim ise, AB çerçevesinde Türkiye’de meydana gelen sistem dönüşümünün kendilerinin güç kaybıyla sonuçlanacak olmasından rahatsızdı. Bunu tek başına AB karşıtlığı veya demokratikleşme şüpheciliği çerçevesinde argüman olarak kullanamayacaklarından, jeopolitik ve jeostratejik argümanlar ortaya attılar. Mesela Batı’ya bağımlı Türkiye’nin dış politika hedeflerine ulaşamayacağı argümanını kullandılar. NATO ve ABD’yi özellikle Kürtlerin siyasi haklarına gösterilen alakadan dolayı düşmanlaştırmayı tercih ettiler. İslamcıları da ABD’nin ve Batı’nın bir tür Truva atı veya Türkiye’yi çökertme planında kullandığı işbirlikçiler olarak gördüler. Erdoğan ve bazı AKP’lilerin Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçası olma yönündeki demeçlerini de kullanarak, ABD ve NATO tarafından satın alınmış, kandırılmış, manipüle edilmiş bir zararlı İslamcı algısı TSK içinde görünürde olan bir fraksiyon olarak kaldı. Buna AKP de fazla bir şey yapamadı. Bu türden TSK personeli AKP veya diğer İslamcı gruplar arasında ayrım yapmaksızın hepsini aynı potaya koydu. Başta Cemaat olmak üzere, İslamcılar da bu algıyı destekleyecek her şeyi yaptı. AB çerçevesinde elde edinilen demokratik kazanımların sanki sadece kendi özgürleşmelerine yarayan avantajlar olduğunu düşündüren yaklaşımlarda bulunuldu. Mesela Ergenekon ve diğer darbe girişimi iddialarında toptancı, genelleştirici bir yaklaşım benimsendi.
Maymunun gözlerini açma süreci
İslamcı AKP ve Erdoğan, İslamcılıktan önce pragmatiktiler. Bu onları Türkiye’de giderek merkez sağa doğru genişletti. Devlet yönetimi esnasında, bal tutanın parmağını yalamasını ve balın tadını keşfettiler – belki de bunu başlangıçtan beri biliyorlardı, kim bilir! Sonuçta siyasette yeni bir ekipten söz etmiyoruz. Erdoğan’ın ve Gökçek’in belediye başkanlıkları sanırım kendilerine bu konuda epey bir deneyim şansı vermiş olmalı. Refah döneminden de devletin imkân “denizi” konusunda yeterli veriler elde etmişlerdi herhalde. Yine de maymunun gözlerini açması, AKP’nin tek başına iktidar olmasına uzanıyor. Başlangıçta Anadolu’daki sermaye birikiminin demokratikleştirme ve sistemi ademi merkezileştirme yönündeki sosyo ekonomik avantajları biz sosyal bilimciler bakımından enteresan da olsa, giderek kendileriyle organik bağlantılı bir tür İslamcı sermaye sınıfının oluşması stratejisini, bu sınıfla ortaklıktan maddi imkan elde etme fırsatçılığına dönüştürdüler. Ve gördüler ki, bu türden bir strateji hem bireysel hem de parti başarısı bakımından Türkiye gibi şeffaflıktan uzak toplumsal sistemlerde çok işe yarıyor.
Bu evrim gerçekleşirken, Türkiye demokratikleşiyor diye epey bir destek aldılar. Özellikle liberaller ve Kürtler, AKP’nin AB ve demokratikleşme politikalarından dolayı, Erdoğan ve siyasi hareketine yoğun destek verdi. Sistemin diğer kutbu – kendilerini sistemin esas sahibi sayan – ulusalcılar ise, ilkesel olarak değil ama kendilerinin ellerinden kayıp giden iktidar adına, AKP’nin ve Erdoğan’ın giderek güçlenmesine ve yoldan çıkmasına tepki gösterdi. Bu anlamda, TSK içindeki Batı karşıtı fraksiyonla çok benzer bir pozisyonları vardı. Ergenekon dava sürecinde Erdoğan Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söylerken, CHP ve Kılıçdaroğlu’nun Ergenekon’un avukatlığı rolüne bürünmesi, esasında Türkiye’nin açmazını ortaya koyuyordu. MHP de ulusalcı (sol-nasyonalist) ikiz ideolojinin hassasiyetlerini paylaşmaktaydı. Olay bir paylaşım ve güç kavgası olsa da, Kürt politikası gibi hassasiyeti olan konular, hem CHP ve derin yapıya, hem de ülkücülere epey bir meşruiyet zemini sağlıyordu. Böylelikle Erdoğan’ın liberalleştirici politikalarına karşı durmak, meşruiyet bakımından sıkıntı oluşturmuyordu. Dahası, Erdoğan ve yakın çevresi giderek yolsuzluğa bulaşmış bir profil sergiledikçe, ulusalcılar, milliyetçiler ve derin devlet daha fazla “moral üstünlük” elde etmekteydiler. Bunun çeşitli soslarla farklı hassasiyetler içindeki tabanlara sunulmasında sakınca yoktu. Böylece ulusalcılar Atatürk ve laiklik hassasiyetini ön plana çıkartırken, ülkücüler Kürt alerjisi kaşınarak istenilen kıvama getiriliyordu.
Derin yapıyla işbirliği süreci…
17 Aralık soruşturmalarından sonra ise bu paradigma çok daha kapsayıcı bir hale dönüşüverdi. Erdoğan çark ederek derin yapıyla işbirliğine girdi, kovuşturmadan kurtulmak için Kürt politikalarından çark etmeyi kabul etti. Çözüm Süreci sonlandırıldı. Dolmabahçe Mutabakatı iptal ve reddedildi. Dahası 17 Aralığın Gülen Cemaati tarafından yapılan bir darbe teşebbüsü olduğu söylemi ortaya atılarak 15 Temmuz sonrası söylemin ön hazırlığı yapıldı. Derin yapı böylelikle Erdoğan’ı ele geçirerek, istediği iki hassas stratejiyi devreye sokturttu. Tek hamlede Kürt siyasetini komple sıfırladı, “dincileri” de ikiye bölmek suretiyle kolay lokma haline getirdi. Üstellik bunu kendi ellerini kirletmeden yapmayı başardı. 28 Şubat, derin yapı için çok öğretici olmuştu anlaşılan. Böylece Kürt siyasetinde 1990’ların şahin politikaları yeniden benimsendi. Mahalleler, kasaba ve köyler bombalanırken, kitlesel göçler baş gösterdi. Savaşa hayır diyen barış yanlısı akademisyenler takibata alındı ve inanılmaz büyük bir baskı görerek tecrit edildi. Cemaat’in ise üzerine gidilerek, güçlü olduğu eğitim ve basın-yayın sektörlerine darbe vuruldu. Liberaller, cemaatle işbirliği yapmak veya Kürtler konusundaki duyarlılıkları nedeniyle vatana ihanetle suçlanırken, AB süreci, demokratikleşme, demokratik anayasa çalışması, kamu yönetimi reformu gibi projeler ortadan kalkıverdi.
Ve final…
15 Temmuz sonrasında, derin yapı artık ipleri çok daha fazla eline geçirdi. Çünkü ektiği tohumlar filizlenmişti. Böylece retorik, kavramlar, diskur toplumca benimsendi. 15 Temmuz sonrası ABD’nin uzaktan kumanda ettiği bir Cemaat algısı topluma başarıyla kabul ettirildi. Çünkü zaten toplum 17 Aralık sonrasında bunu kabul etme doğrultusunda şartlandırılmış, hazır kıvama getirilmişti. Ulusalcılar, ülkücüler, AKP tabanı kolaylıkla bu dili benimsedi. Batı artık düşmanımızdı. “FETÖ” ve Kürtler üzerinden Türkiye üzerindeki “emellerini” gerçekleştirmek, “100 yıllık projelerini” uygulamak istemekteydiler. Bu söylem tuttu. Hatta fazlasıyla tuttu. 15 Temmuz sonrasında NATO yanlısı olan subaylar tasfiye edildi. Amiral-general kadrolarının yüzde ellisi hapse atıldı. Orta ve alt kadrolardan inanılması güç rakamlar ve yüzdeler tasfiye edildi. Harp Akademisi ve Harp Okulları bile kapatıldı. Bürokrasiden yüz binler çıkartıldı. Boşalan yerlere gücü olan kendi adamlarını soktu. Devlet hallaç pamuğu gibi atılıyor, kimsenin sesi soluğu çıkmıyordu.
Medya hâkimiyeti, güçler ayrılığının sonlandırılması, Erdoğan – ve arkasındaki gücün – imkanlarını mutlak monarşi dönemlerinde olduğundan daha üst seviyelere getirmiş, hukuka, askeriyeye, ilmiye ve maliyeye, hariciyeye tümüyle hâkim bir tür üst ideoloji devleti ele geçirmişti. Marjinal yapı olan Avrasyacı derin devlet (derin devletin içindeki bir fraksiyon) tüm devleti ele geçirmiş, ideolojisinin dilini tüm kesimlere benimsetmişti.
Bahçeli ve Akşener’i, İnce ve Erdoğan’ı, hatta Demirtaş’ı birleştiren sihirli kelime, derin devletin “açık susam açıl” şifresi, “FETÖ” olmuştu. İçine kimi atsanız inandırıcı olmuyordu ki! Soldan-sağdan, Türk’ten-Kürt’ten, dindardan-laikten, zenginden-yoksuldan, kadından-erkekten, yaşlıdan-bebekten her kimi bu kategori altında suçlarsanız, anında elimine ediveriyorsunuz!
Bizim “iyi şeylerimizi” veya ötekilerin “kötü şeylerini” ortaya koymaya yaratan bu sihirli kavramdı işte. İnsanların kendilerini meşrulaştırma gayreti içindeyken ne kadar “anti FETÖ’cü” olduklarını anlatmalarını sağlamak, yerleşen yeni fiili rejimin artık en önemli ideolojik aparatıydı. Diskur, karşıtları, muhalifleri, düşmanları hemen belirginleştiriyordu. Hak-hukuk bakımından, hatta anayasa bakımından hukuksuzluk ve zulme yaklaşmak ve adalet talep etmek bile, “FETÖ’cü” olarak damgalanmanıza yetmekteydi. Bir defa bu bataklığa düştün mü, artık kendini aklamak olanaksızlaşmaktaydı. Rejimin dili – Paralel Yapı, mahrem imam, ‘FETÖ’ ile iltisaklı, ordu içi yapılanma, emniyet yapılanması, ablalar, ağabeyler, daha neler-neler! – her bir kavram, siyasal sisteme büyük bir güç vermekteydi.
Seçim atmosferine böyle giriyorduk. Ancak çok az insan bunun farkındaydı, pek çoğu aklını umutlarının arkasına gizlemeyi seçmişti. Bu satırların yazarı bile, ümitlenmekten kendini alı koyamıyordu. Oysa hepimiz biliyorduk, çünkü görüyorduk ki, diskur güçlüydü. Erdoğan ile diğer adaylar, diskurlarında bir bütündü. Aralarında fark yoktu. Seçimler saten şaibeli olacaktı. Çünkü rejim, anayasasız bir yönetimin tüm bağlayıcılıklardan kendini özgürleştirmiş bir tür omni-gücüne sahipti. Ama tut ki bir mucize olsa ve bir lider değişimi olsa bile, gelecek olan lider şu anki ile aynı dili, aynı diskuru benimsemiş olacağından, bir değişim olmayacaktı.
Bu Yayına Yorum Yapın