ÜNİVERSİTEDE NELER OLUYOR? | Mehmet Efe Çaman



Hazan yellerinin savurduğu kuru yapraklar gibi savurdunuz Türkiye üniversitelerindeki değerli beyinleri. Yakın dönem Türkiye tarihinde – Osmanlı’nın son dönemleri de dâhil buna – görülmedik biçimde bir beyin göçüne, bir “çıkış’a” şahit olduk son birkaç yılda. Firavun’dan kaçan kölelerin dramı gibi.
Aşina olunmamış şeyler de değildir hani Anadolu’da bunlar. Kıyımdan canını kurtarabilen Ermenilerin hüzünlü hikâyeleri, 6/7 Eylül barbarlığı mağdurlarından bağını-bahçesini, dükkânını-atölyesini terk etmek zorunda kalan zanaatkâr azınlık erbabı ve aileleri, Dersim katliamı mağdurlarının çoluk-çocuğunun Balıkesir’in verimli tarlalarında gündüz-gece boğaz tokluğuna kölelik yaptığı 30’lu yıllar gibi bir dönemdir bu yaşanılanlar. Ya da 1980 sonrası Güneydoğu ve Doğu’da yaşanan köy boşaltmalar, yerinden yurdundan etmeler, kaybolan – veya kaybedile – insanlar. Yakın dönemde bu utanç verici ve gıpgri “devletlû” tarihin,  yakın dönem devlet mekanizmasının uzantısıdır.
Tarif ettiği tipte olmayanın, istediği kalıba girmeyenin reddi ve ötekileştirilmesi üzerine kurulu bir tutumdur bu. Ve her ne kadar etnik, dini, ideolojik vs. türden farklı niteliklerdeki insanları hedefine alsa da, hepimiz biliriz ki devletin ceberutluğuna ve tektipleştirici politikalarına karşı durmaktır esas mesele. Bu nedenle kendi devletine eleştirel ve mesafeli duran aydın, ister sanatçı, ister gazeteci isterse akademisyen veya başka bir şey olsun, hiç fark gözetmeksizin takibata alınır, derdest edilir veya şansı varsa yerini-yurdunu terk ederek canını kurtarabilir.
Halide Edip’lerden Nazım Hikmet’lere binlerce aydın sürekli ya da belirli bir zaman için ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır bu topraklarda. Bugün yaşananlar, tüm zamanların en büyük çaplı, kapsamlı, sistematik takibatıdır ve ana hedefinde yine aydınlar vardır. Özellikle üniversitelerdeki dram rakamsal olarak da niteliksel bakımdan da korkunç bir duruma işaret ediyor. Eşi benzeri yoktur bunun. Bakmayın siz yurtdışındaki birbirinden farklı sınıflandırmalarla ufaltılan sayılara. Akademide işini kaybedenler sadece Barış Akademisyenleri veya sol görüşlü öğretim üyelerinden ibaret değil.
BİLDİKLERİMİZ, BUZDAĞININ GÖRÜNEN KISMI
Barış Akademisyenleri bildirisini imzalamış ve başına gelmedik kalmamış, sonunda da KHK ile vatan haini ve terörist olarak damgalanmış bir öğretim üyesi olarak yazıyorum bu satırları. Buz dağının görünen – veya gösterilen – kısmının dışında, yüzeyin altında çok daha büyük bir rakam var. 7,000 ila 8,000 arasında gidip gelen rakamlar gördüm araştırırken. Belki de bundan bile fazla olabilir. Sonuçta kimse işinden şu veya bu nedenle atılan akademisyenlerin hesabını tutmuyor. Zaten herkesin kendi mahallesinin mağduriyetine sahip çıktığı ve diğerlerinin mağduriyetine gözlerini yumduğu bu kutuplaşmış ortamda, tek tük bir iki kişi ve kurum dışında “net rakamı ortaya koyan” ve salt mesleki grup olarak tasnif yapma “âlicenaplığını” gösteren de yok. Dünyada bu rakamlarda yapılan bir takibat var mıdır akademisyenlere yönelik, Hitler dönemindeki Almanya dışında, bilmiyorum.
Bir üniversite hocası kaç yılda yetişir? Ya da bırakın yılını falan, koşulları nedir Türkiye gibi bir ülkede akademisyen olmanın? Akademisyenlerin çoğu 20-25 yıl arası okul eğitimi alır. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite, yüksek lisans, doktora, belki de post doktora gibi aşamalardan geçilir, ALES gibi, ÜDS gibi sınavlarla boğuşulur, yurtdışında eğitimin belli bir aşamasını geçirenlerin sayısı azımsanmayacak kadar yüksek orandadır. Yıllarca okuyup-yazılan ve eskilerin değimiyle “dirsek çürütülen” yılların ardından, ders vererek öğrencilerle karşılıklı etkileşim içinde geçen ve deneyim elde edilen altın yıllara paralel olarak, giderek gelişen bir yetkinlik kazanılır meslekte. Hem ders vermek, yani yüksek eğitimin bizzat kendisi, hem de araştırma yapmak ve bu araştırmaların sonuçlarını yayınlamak, işin ayrılmaz parçalarıdır.
Binlerce öğrenci girer hayatına akademisyenin – potansiyelleriyle, yetenekleriyle, sorunlarıyla, imkân ve imkânsızlıklarıyla, binlerce öğrenci! Her birini akşam okuldaki odanızdan eve girerken yanınızda götürürsünüz. Bazen otobüs durağında beklerken, bazen çocuklarınız ve eşinizle kahvaltı masasındayken o öğrencilerin dertleri ve tasaları, bazen muziplikleri ve çoğu zaman olağanüstü yaratıcı fikirleri sizi alır başka diyarlara götürür. Bazen de yayınlayacağınız bir makalenin doğum sancılarıyla kıvranıp durursunuz. Dükkânını kapatıp evine giden, ya da mesaisi sonrası işiyle alakası kalmayan uğraşılarla karşılaştırılamaz akademisyenlik. Tüm yaşama yayılır. Aldığınız maaş – tıpkı ülkenizdeki diğer meslek gruplarındaki insanlarınki gibi – dünya ölçeğinin çok ama çok altındadır. Olsun! Siz yine de dışarıda bir ülkede veya özel sektörde size sunulan teklifleri elinizin tersiyle itmiş, kopamadığınız üniversitenin tozlu ama huzurlu koridorlarında saçlarınızın giderek ağardığının farkına varmışsınızdır, üre ve klor kokan tuvaletlerdeki kırık köşeli aynalarda gördüğünüz kendi yüzünüzden.
Odanıza gelip giden öğrencilerin size edeceği bir iki iltifat, hatta sordukları tek bir akıllı soru, bazen parlak bir yorum veya yaklaşım, bazen de bir kitap veya makalede sizin bir yayınınıza yapılan atıf, yeniden şarj olmanızı sağlar. Tıpkı doğan yeni bir günün tazeliği gibi, her gün yeniden doğar, doğarsınız, ne kadar ezse de sistem sizi. Ama sistem ezmeye doymaz nedense bir türlü.
YEL DEĞİRMENLERİYLE HER DAİM SAVAŞ
Evet, sistem ezer, ezdikçe doymadan. Rektörlük seçimlerinde insan psikolojisinden demokrasinin sosyolojik dinamiklerine kadar birçok çarpıcı gözlemlerde bulunursunuz. Makam-mevki hesaplarının Türk toplumunda ne demek olduğunun ayırtına varırsınız. Bölüm başkanları vardır, devam kontrolü yapan. Bölünmüş ideolojik hizipler vardır, birbirinin altını oyan. Kıskançlıklar vardır, yurtdışı harcırahlarını kendi art niyetleriyle paylaştıran. Dedikodunun, arkadan işler çevirmenin, yüzünüze gülüp arkadan konuşmanın günlük olağan pratikleri, sizi mesleki seçiminizle ilgili bin bir türlü şüpheye ve pişmanlığa götürse de, dedim ya, o küçük mutluluklar sizi her gün sabırla yeninden, yeniden arındırır, arındırır.
Bu aşınma ve arınma arasındaki gidiş gelişlerin güneş ışınları giderek gözünüzün çeperlerinde tezahür eder. Yaşlanmaktasınızdır. Öğrencilerle aranızdaki yaş farlı arttıkça, saçlarınızdaki aklara paralel olarak, sistemin değiştirilemeyeceğini de yavaş-yavaş anlamaya başlarsınız. Hani içerden dönüştürmek amacıyla yola çıktığınız sistem var ya, o. Elem ve karamsarlığa teslim olmadıysanız eğer, bu olumsuz duyguları ve düşünceleri öğrencilerinize yansıtmazsınız. İş ahlakınız, onlara ve kendinize saygınız ve daha bilimum taş devri etik ilkeleri. Yine koridordaki temizlik yapan Mustafa’nın önünde önünüzü ilikler, onunla sizli konuşmaya devam edersiniz, herkes ona sen dese de. Veya çaycı Pakize teyzenin yaptığınız bir iltifata tebessüm etmesinin size gelen aksiyle, yeniden hayatın basit ama anlamlı temelleriyle barışır, alçakgönüllülüğün kibirden her zaman daha güçlü ve bağlayıcı olduğunu kavrarsınız. Öğrencilerin cıvıl-cıvıl sesleri, kütüphanelerin mis kokulu ama az kitaplı okuma salonları, bilgisayarınızın klavyesindeki harf tuşları, iyi dostlarınızdır. Hem onlar ne arkadan konuşmayı bilir, ne ihtirası. Velhasıl günler böyle geçer, aylara, yıllara, on yıllara doğru ilerler, korkutucu bir ritimle. Sanki zaman giderek hızlanmaktadır.
İşte böyle bir üçüncü dünya üniversitesinde, 20-25 yıl ortalama eğitimli, az maaşa talim, yurtdışı tecrübeli, hatta uluslararası seviyede yayınlar yapan veya yapmak için savaşan bu Don Quixote’lar, yel değirmenleriyle savaşmaktan her türlü olumsuzluğa karşın hiç vazgeçmez. Ta ki cahillikten bile güçlü olan hasım, namı diğer ceberut devlet karşınıza dikilene kadar.
TEK AMACINIZ SUSTURMAKTI
Ezip geçtiniz bizi. Sağcı-solcu, bana ne. Ya da Barış Akademisyeni, Cemaatçisi veya ocusu-bucusu. Ezerken sizin umurunuzda bile değildi kimin kim olduğu. Tek amacınız bizi susturmaktı. Biz kim? Size inanmayanlar! Şüphecilik bilimin en temel ilkesidir. Denilene inanmamayı öğretir üniversite zaten. Amacı budur. Üniversite mezunu olmayan diktatörler belki bunu bilmiyordur, kim bilir?
Ne yani, gördüklerimizi ret mi etseydik? Anayasanın ortadan kalktığı ortamda anayasa varmış gibi mi yapsaydık! Ne yani, kapatılan – ve çöreklenilen – gazeteleri, okulları, işinden atılan meslektaşları, dostları, hapse tıkılan hocaları yok mu saysaydık? Ne yani, bombalanan köyleri, kasabaları, mahalleri, yerlerde günlerce yatan anaların ölmüş bedenlerini alıp cenazesini kıldıramayan ve kaldıramayan evlatların dramını görmese miydik? Nehirlerde, denizlerde aileleriyle beraber boğulan, göç edeceğim derken dünyadan ve yaşamından olan insancıkları görmese miydik? Yolsuzlukların tapelerine aldığınız sahte raporlara, ortaya attığınız akla ziyan teorilere ve bunların üzerine inşa edilen saçma sapan, tutarsız ve mantıksız, adeta aklımızla alay eden senaryolarınıza eyvallah mı deseydik? Suçumuz IQ’larımızın veya izzetimizin toplumsal ortalamanın üzerinde olması mıydı, geri kamış bir ülkede? Az gelişmiş ülkelerin zeki çocuklarının kaderi bu mudur, söylesenize!
Osman Gazi Üniversitesi’nde yaşanan trajedinin arkasında yatan toplumsal histeriyi, politik ajitasyonu, kasıtlı azmettirmeyi görmeyelim mi? Ortaya atılan kavramsallaştırmanın insanları nasıl kışkırttığını ve güvensizleştirdiğini, bunun sosyal psikolojik travmasını görmezden mi gelelim? Masumluğa edilen tecavüzün üniversiteleri nasıl bir cadı kazanına dönüştürdüğünü görmüyor mu gözleriniz? Asistanların bu ortamda mesleki sosyalleşmelerini yaşamasından, bunu normal addetmelerinden de mi ürkmüyorsunuz hiç! Yeni nesil böyle olacak ama. Bu doktrinle yetiştiriyor, böyle dejenere ediyorsunuz. O yetersiz, sığ, yanlı, sahibinin sesi kadrolarınızı yığıyorsunuz üniversitelere, üniversiteliklerinden çıkartmak pahasına! Türkiye bilimini bitiriyorsunuz. Dahası, şahsiyetsizleştirdiğiniz akademisyenlerin bilimsel yetersizlikten bile daha vahim sonuçları olacağının farkında bile değilsiniz. Yazıklar olsun! Üç yüz yıllık Osmanlı-Türk aydınlanmasının üzerine inşa edilen bir bilim sınıfını tarumar ettiniz, ülkenin tüm kurumlarına yaptığınız gibi. Yaptığınızın onda birini 1980 darbesi yapmadı! O çok eleştirdiğiniz cumhuriyet, hiç kimseyi böyle kitle halinde işinden çıkartmadı. Açlığa mahkûm ettiğiniz ilmiye, bugün ya hapiste, ya sokakta geçim derdinde, ya da yurtdışında. Kına yakın: sizin gibi cahil, vatanını zerre sevmeyen, üçkâğıtçı şahsiyetsizlere kaldı diye ülke. Artık devlet malını daha sorunsuzca yiyebilirsiniz!
Hüzünlenmemek elde değil. Sadece taş binalardan ibaret değil ki üniversiteler. Onları akademi yapan içindeki güzel insanlardı. Öğrencisi, hocası, idari personeli ve diğer personeliyle, karşınıza her an “insan çıkan”, “insana ve doğaya dair” her şeyin tartışıldığı, konuşulduğu, Türkiye’nin beyniyle doğrudan bağlantılı bir kurumdu üniversite. Bunu yıktınız. Hüznüm budur. Yapması zor olanın nasıl da kolayca bozulduğunun tipik bir örneğidir. Hallaç pamuğu gibi attığınız, savurup ülke dışına fırlattığınız, kalanlarının inşaatta amelelik bile yapamadığı, ailece sefalete mahkûm edildiği, çöken, ağlayarak çöken Türkiye akademisidir. Bu manzara, her şeyden daha hüzünlü, acı ve dramatiktir. Nasıl bir belaymışsanız siz, verdiğiniz hasarın telafisi yok. Dokunduğunuz her şeye zarar veriyorsunuz. Elinizin değdiği yerde, ayağınızın bastığı toprakta ot yetişmiyor! Akademiyi yok eden, Türkiye’nin kanseri! Ne zaman kurtulacak Türkiye sizden!

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.