EFSANE İLE GERÇEK ARASINDA BÜYÜKLERE MASALLAR | Bülent Keneş
Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ıssız ışıksız yoksul hanelerde kulaktan kulağa söylenen, herkesin can kulağıyla dinleyip kendilerine fer peyledikleri bir menkıbe anlatılıp dururmuş.
Menkıbe bu ya, güya Hz. Musa ile Hızır Aleyhiselam haftanın belirli günlerinde, bugün Samandağı’nda adına Hızır Aleyhiselam Makamı denilen yerde, buluşup sohbet ederler, içtimai ve dini konuları ele alırlarmış. İşte yine böyle buluştukları günlerden birinde önlerinden bir kalabalık geçiyormuş. Kalabalıkta feryat figan ağlayanların haddi hesabı yokmuş. Karalar bağlamış kalabalığın önünde genç ve güzel bir kız, arkasında ise köyün tüm ahalisi varmış.
Hızır Aleyhiselam ile Hz Musa tabii bu durum karşısında çok meraklanmışlar. Kalabalığa yaklaşıp neden ağladıklarını sormuşlar.
Köylüler “Aman, ne siz sorun ne de biz söyleyelim,” diye başlamışlar dertlerini söylemeye, başlarındaki püsküllü belayı anlatmaya…
Demişler ki “Her sene köyümüzün en güzel kızını denizden çıkan ejderhaya kurban olarak veriyoruz. Ejderha kendisine verdiğimiz bu kurban karşılığında bize bir yıl boyunca ilişmiyor. Böylece rahat ediyoruz. Ama bir yıl tamamlanınca yine geliyor.”
PARÇASI OLANA AB-I HAYAT OLACAK BİR MÜCADELE
Hızır Aleyhiselam, duyduklarına çok üzülmüş ve kaşlarını çatarak “Olmaz öyle şey!” demiş. “Sakın ha bir daha böyle bir şey yapmayın. Şimdi ben de sizinle beraber geleceğim ve Allah’ın inayetiyle bu sorunu halledeceğim,” diye eklemiş.
Birlikte deniz kenarına gitmişler. Kabaran deniz yükselmiş, yükselmiş ve bir süre sonra tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi bütün korkunçluğuyla dev gibi ejderha görünüvermiş. Ejderha sadece ailesinin gözbebeği değil köyün en kıymetlisi olan genç kızı almak üzereyken, Hızır Aleyhiselam kılıcını şöyle bir sallamasıyla ejderhanın bir kolunu vücudundan ayırıvermiş.
Dediklerine göre Yaradanı’na sığınıp kılıcı öyle bir aşkla çalmış ki Hızır Aleyhiselam, ejderhanın kesik kolu o şiddetle Lübnan’ın Bahalbek dağlarına kadar uçmuş. Hatta dağlara çarpınca çarptığı yerden muazzam bir su fışkırmış. İşte o su coşmuş coşmuş ve bugün adına Asi dediğimiz nehri oluşturmuş.
Menkıbe bu ya, tek kolu kopan ejderha Hızır Aleyhiselam’a yalvar yakar olmuş. Yok yok sandığınız gibi değil. Aman falan dilememiş. “Bir daha vur ki öleyim,” demiş. Meğersem Hızır Aleyhiselam kılıcıyla bir kez daha vuracak olsaymış, ejderhanın kesik kolu yerine gelecekmiş. Belki de “Bu bana Allah’ın bir lütfu” diyecek ve daha da güçlenip adileşecek, zalimleşecekmiş. Allah’ın bahşettiği basireti ve ferasetiyle Hızır Aleyhiselam bunu bildiği için oyuna gelmemiş ve kılıcını ejderhaya tekrar vurmamış. Bu sayede ejderha acı içinde can çekişerek kıvrana kıvrana olduğu yere yığılmış ve oracıkta ölmüş.
Dediklerine göre bu hadiseyle yola revan olan Asi’nin suyu bir ab-ı hayat olmuş. O sudan ilk içen Hızır Aleyhiselam ölümsüzlüğe kavuşmuş. O günden sonra dara düşenlere, zor durumda olanlara Allah tarafından yardım için görevlendirilmiş…
BU YAZININ ŞİFRELERİNİ ÇÖZMEK HAVUZ MAHLUKLARININ GÖREVİ
Bugün ülkeye musallat olan canavarın her gün en kıymetlilerimizden yüzlerce masumu kapıp hayatlarını harcadığı gibi değil, masum insanlara senede sadece sene bir kez ilişen bu ejderhanın akibetine dair “menkıbeyi durduk yere şimdi niye anlattın?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bilmem, aklıma geldi anlatıverdim işte. Sakın ola ki, bu söylediğimle yetinmeyin. N’olur n’olmaz, yazı yayınlandıktan sonra bir gözünüz hep havuz medyasında olsun.
Bu menkıbeyi anlatmamın aklımın ucundan geçmeyecek, sizinse asla tahmin edemeyeceğiniz binbir türlü sebebini, amacını, gizli ya da subliminal mesajını menkıbede geçen her bir kelimenin şifrelerini hafiye işi bir maharetle deşifre ettiklerini hayranlık içerisinde görerek öğrenebilirsiniz(!) Hadi ama havuz mahlukları, eminim ki yapabilirsiniz. Size ettiğim bunca iltifattan sonra umarım beni mahçup etmezseniz…
İkinci meselimiz ise bir meselden ziyade bir efsane… İzine farklı kimliklerle ve ufak tefek değişikliklerle bir çok kültürde rastlamak mümkün. Firdevsi’nin Şehnamesi’ne giren türü de var, Asya’nın değişik coğrafyalarında birbirinden farklı isimler ve motiflerle anlatılan türü de.
ŞER VE KÖTÜLÜĞÜN OĞLU, HAYIR VE İYİLİĞİN DÜŞMANI
Neyse lafı daha fazla uzatmadan yeni bir dönemin, yeni bir günün başlangıcı olarak da kabul edilen, özellikle Kürtlerin kendilerine bir milli kimlik ve aidiyet oluşturmak için dört elle sarıldıkları bir versiyonu da bulunan o meşhur efsanemize dönelim. Kadim İran mitolojisinde şeytani bir figür olan Dahhak, Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’ya göre, kötülüğün sembolü Ehrimen’in öz be öz oğluymuş. İşte Ehrimen’in bu şerir veledi, dualite gereği, iyiliğin sembolü Ahura Mazda’nın amansız bir düşmanıymış.
Denilenlere göre, Dahhak, Hükümdar Cemşid’den sonra İran’dan Turan’a uzanan geniş topraklara hükmeden bir hükümdar olmuş. Ancak, zulmü ve kötülüğü ahlak edinen Dahhak’ın omuzunda, gel zaman git zaman, ejderha ve yılan başlarına benzer iki kemik çıkmış. Dönemin hekimleri kötü ve çirkin Dahhak’ı daha da çirkinleştirmekle kalmayıp acıdan kıvrım kıvrım kıvrandırarak iyice çekilmez bir mahluka dönüştüren bu marazın çaresini bir türlü bulamamış.
Dahhak’ın halinin şer ve şeytanlık için büyük bir fırsat oluşturduğunu gören Şeytan, meseleye doğrudan el atmaya karar vermiş. Derhal bir hekim kılığına girerek Dahhak’ı ziyaret etmiş. Dahhak’a kendisine dayanılmaz acılar veren derdinin çaresinin yılan ve ejderha başı gibi çıkan kemiklerin üzerine genç insan beyni sürmek olduğunu söylemiş.
Şeytan’a kulak veren Dahhak, düçar olduğu marazın tedavisi için her gün iki genci öldürtmeye başlamış. Öldürttüğü gençlerin beyinlerini çıkarttırarak kemiklerin fırladığı yarasının üzerine sürmüş. Ağrılarına iyi geldiğini görünce de her gün iki delikanlıyı öldürerek beyinlerini kendisine getirmeleri için adamlar görevlendirmiş.
BİRAZ GÜCE HAYRANLIKLARINDAN, BİRAZ KORKULARINDAN…
Biraz güce hayranlıklarından, biraz korkudan kendisine adeta tapınan sadık adamları Dahhak’ın talimatlarını bir süre harfiyen yerine getirmiş. Ancak, zamanla alet oldukları bu kötülüğe, bu zulme daha fazla dayanamamışlar. Her gün yakalanan iki delikanlıdan birini kimseye çaktırmadan serbest bırakmışlar. Gizliden salıverdikleri her delikanlının yerine bir koyun kesip beynini öldürdükleri öteki delikanlının beynine katarak Dahhak’a vermişler.
Dahhak’ın zulmünden kurtulan gençler terk-i diyar edip güvenli bir bölgede toplanmış. Zamanla evlenip çoğalmışlar. Dahhak’ın hastalığının tedavisi uğruna o güne kadar 17 oğlunu kaybeden Demirci Kawa, bu gençlere liderlik etmiş. Demirci Kawa, geriye kalan tek oğlunu ne pahasına olursa olsun Dahhak’ın adamlarına vermemekte kararlıymış.
Dahhak’ı devirmek için bir plan yapmış. Demirci dükkanında gece gündüz kılıçlar, kalkanlar hazırlamış. Dahhak’ın elinden kurtulmuş gençleri bir güzel eğitmiş. Hep birlikte 20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan gece sarayını kuşatıp onu devirmişler. O geceyi ateşin etrafında elden ele meşale tutarak kutlamışlar. Bu günü zulme karşı isyana, özgürlüğe, mücadeleye ve halka adamışlar… Yani efsanemiz nesiller boyunca anlatılacak bir efsane olmayı hak edecek şekilde mutlu bir sonla bitmiş.
Masallar bir yana ama bugün gerçek dışı gibi gözüken efsanelerin herbirinin özünde bir gerçekliğe karşılık geldiğini düşünmüşümdür hep. Öyle bir gerçeklik ki sözlü kültürün hakim olduğu çağlarda kulaktan kulağa nesiller boyunca anlatıla anlatıla, her nesilde biraz daha abartıla abartıla tarihi bir vetire olmaktan çıkıp mitolojik bir uydurma havasına bürünmüşler.
Günümüzün Dahhak’ı Erdoğan ve biraz güce hayranlıklarından, biraz korkularından çevresinde toplanarak en aşağılık zulümlerine ibadet şevkiyle alet olan kulları belki binlerce yıl önce yaşamış olsalardı, sonunun farklı olmayacağından hiç şüphe duymayacağımız bu korkunç sürecin hikayesi de birkaç nesil sonra bir efsaneye dönüşebilirdi. Dilden dile, kulaktan kulağa dünyayı dolaşıp gerçeklikten mitoloji alanına geçiş yapabilirdi.
BUGÜN ŞERLER, BELALAR GİBİ MÜCADELE DE UMUMİLEŞTİ
Dertler, şerler ve belalar gibi mücadelenin de umumileştiği bu devirde yaşanan canavarlıklar karşısında verilen mücadelenin tek bir farkı varsa o da Hızır Aleyhiselam ve Demirci Kawa gibi tek bir kurtarıcının olmamasıdır. Ama şüphesiz ki, bu durum devrin Dahhak’ının ya da Dahhaklarının akıbetinin farklı olacağı anlamına gelmiyor. Kawa’nın su verip çelikleştirdiği keskin kılıçlarının, kavi kalkanlarının yerini bugün şiddete asla yönelmese de acıların çelikleştirdiği bir direniş iradesi almış durumda. Neticede, sıklıkla tekrarladığımız gibi, küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez. Bütün mesele, ibretlik sonunu dört gözle beklediğimiz bu zulmün devam edemez hale ne zaman geleceğinde.
Belki anlattıklarımız menkıbe ve efsane ama anlatılanlara birer metafor gibi yaklaşıp bu anlatılanların bugün sabrımızı zorlayan dayanılmaz zulümlerle benzerliklerini görmezden gelemeyiz. Yılda bir kez denizden çıkarak köyün en güzelini kapan o ejderha ile gırtlağına kadar günah okyanuslarına batıp debelenmekle kalmayıp sağlam bir eğitim ve terbiyeden geçerek toplumun en güzideleri haline gelenlere gözünü dikerek yüzbinlercesini perişan eden günümüzün aç gözlü canavarı arasında doğrusu pek bir fark göremiyorum. Dediğim gibi o edjderha ile Erdoğan canavarı arasında şayet bir fark varsa o da zulmün azıyla yetinip sözüne sadık kalan ejderhanın yanında Erdoğan’ın zevkle irat ettiği en aşağılık zulümlerde bile hiçbir sınır tanımamasıdır.
Yoksa sözkonusu efsane ve menkıbelerle bugün yaşananlar arasındaki benzerlikler farklarından çok daha fazladır. Mesela, yine Hızır menkıbesiyle bugün yaşananlar arasına illa bir fark daha koyacaksak, o da kendi masalsı devrinin zalim canavarına karşı cesaretle mücadele edip ödülünü ab-ı hayata kavuşarak alan Hızır Aleyhiselam’ın tek başılığının aksine bugün canavarın zulümlerine karşı Hızır Aleyhiselam’ın görevini azimle, sabırla, sebatla, tahammül ve mazlumlar arası dayanışmayla ve yokluk içerisindeyken bile muavenetten geri durmayarak yerine getiren milyonluk bir kitlenin olmasıdır.
HERKES DESTANINI YAZMAKLA, MENKIBESİNİ İNŞA ETMEKLE MEŞGUL
Hızır Aleyhiselam’ın ejderhaya galibiyetinin mükafaatı yer yüzünün her köşesinde imdad isteyene yetiştiği için hayırla yad edilen bir ölümsüzlükken, başlarına ne gelirse gelsin kendilerini kendileri yapan duruşlarını bozmadan bu devrin canavarına karşı mücadele edenlerin mükafatlarının da çok farklı olmayacağından eminim. Hızır Aleyhiselam kendi destanını yazıp kendi menkıbesinin satırlarını inşa ederken, bugün de yüzbinlerce insan zulüm altındayken bile dünyanın dört bir tarafına muavenet ve iyilik taşıma gayretinden bir lahza geri duymayarak kendi destanını yazmak ve kendi menkıbesini inşa etmekle meşgul.
Günahlarının ve zulümlerinin nişanesi olarak Dahhak’ın omuzlarında çıkan yılan ve ejderha başı şeklindeki kemiklere mukabil işlediği günahların, ana karnındaki, kundaktaki bebeklere kadar ilişen zulümlerin her biri için bugün Erdoğan’ın kafasında bir kemik çıkacak olsaydı şayet, emin olun ki dünyanın tüm ren geyiklerinin toplamından çok daha fazla boynuzla dolaşması gerekirdi. Neticede Ehrimen’in sülbünden geldiğinden şüphe duyulmayacak modern çağın bu Dahhak’ının kulağına da Hayrettin Karamanlar kılığına girmiş şeytanlar fısıldıyor ve ülkenin en umut veren seciyelerine, en parlak beyinlerine onu musallat ediyorlar.
Günümüzün Dahhak’ı, efsun yiyen ruhları bedenlerini terkeden zavallı kalabalıkların hiçbir hayat belirtisi göstermeyen cansız ve umarsız gözleri önünde ülkenin en ahlaklı, en parlak, en medeni ve en iyi yetişmiş güzide evlatlarından onlarcasını, bazen yüzlercesini istinasız her gün kapıp kapıp zindanlara tıkıyor. Doğru dürüst bir tedrisat yüzü görmemişliğin, sağlam bir aile terbiyesi almamışlığın verdiği doğal magandalıkla ahlaklı, karakterli ve iyi yetişmiş kimi görse anında musallat oluyor. Çevrelerine kendisi gibileri topluyor, kendisi gibi yoz ve paçozlardan güç devşiriyor.
ÇORAKLAŞMIŞ ÜLKEDE GERİYE KALANLARI GÖRÜYORSUNUZ İŞTE
Onbinlerce öğretmeni, binlerce akademisyeni, işlerinin ehli meslek erbablarını, yılların tecrübesine sahip kamu görevlilerini, savcılarını, hakimlerini, gazetecilerini, askerlerini, polislerini, bulundukları yere helal kazançlarıyla, alınlarının teriyle gelmiş en temiz iş adamlarını doymak bilmez bir canavar gibi yiyip bitiriyor. İyilik adına ne varsa adeta şeytani bir değirmen gibi öğütüyor. Okulları kapatıyor, üniversiteleri yok ediyor, şirketlere çöküyor. Anadolu’nun bin yıllık fiili ve kavli duası olan en güzide müesseseleri, o müesseselere ruh veren en temiz insanları tarumar ediyor.
Sedat Laçinerler, Abdulkadir Civanlar, Uğur Kömeçoğlular, Mehmet Altanlar, Ahmet Turan Alkanlar, Mümtaz’er Türköneler gibi toplumun en sağlam karakterlerini, en cevval nice beyinlerini günah ve zulümleriyle büyüttüğü sayısız boynuzlarının acısına bir çare olarak zindanlarda çürütüyor. Zindanlarda çürüttüklerinden çok daha fazlası belki yaşanmaz hale getirdiği ülkeyi terkedip başka diyarlara gidiyor.
Çoraklaşmış ülkede geriye ise perşembe günü Eskişehir Osman Gazi Üniversite’sinde 4 akademisyeni katleden yoz ve paçoz insan müsveddeleri, müfteriliği ve muhbirliği iş edinmiş karakter fukaraları ve kifayetsiz muhterisler kalıyor. Yani Erdoğan’ın talimatlarını ilahi emir gibi gören, sözünden asla çıkmayan, onun tam arzuladığı nitelikteki katıksız, yontulmamış, milli ve yerliliğin en ham halinde bulunan devrin mebzul miktardaki makbul vatandaşları…
YERYÜZÜ CENNETİ KURMA PEŞİNDE OLANLARA MUSALLAT OLDULAR
Ne yazık ki, yurdunu yuvasını geride bırakıp bin boynuzlu canavardan kaçanlar da kurtulamıyor. Bir yeryüzü Cehennemi’ne çevirdiği ülkede giriştiği zulümler yetmezmiş gibi on yıllardır dünyanın dört bir tarafına dağılarak bir yeryüzü Cennet’i kurma peşinde olanlara da musallat oluyor. Kirli parasıyla, kirli ilişkileriyle devşirdiği isimler üzerinden iyilik için çırpınan insanlara gittikleri yerleri de dar etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Kitap, kalem, öğretmen görünce kırmızı görmüş boğa gibi çıldırıyor, okul, eğitim görünce eğitim düşmanı Boko Haram gibi deliriyor.
Özellikle maddi ve manevi gelişmişlikte geri kalmış ülkelerde ne yapıp edip kendisi gibi yoz ve paçoz yetkililer buluyor, onları rüşvetlerle, türlü vaatlerle satın alarak oralarda eğitimle, okulla uğraşanların başına bela oluyor. Son olarak Kosova ve Gabon örneklerinde olduğu gibi, dünyanın eğitime ve muavenete en muhtaç yerlerine el uzatanların ellerini kırmak için her türlü şeytanlığı deniyor. Adi bir mafya, hoyrat bir çete gibi bu insanları takip ediyor, kaçırıp Türkiye’de işkencehanelere tıkıyor. Sonra da çıkıp çok matah bir iş yapmış gibi 18 ülkeden 80 eğitimciyi kaçırmakla övünüyor.
En resmi ağızlar, hiç utanıp sıkılmadan öğretmen kaçırmaların devam edeceğini gururla anlatırken, medya havuzuna doldurdukları karakter yoksunu tetikçileri daha da ileri gidiyor. Küçük şarlatanlar, salya akıta akıta, yurtdışında olanlara nasıl suikastler yapılacağını anlatıyor. Öyle ki, bin yıllık bir geleneğe yaslanmakla övünen devleti İstanbul varoşlarının bitirimhanelerine çevirmiş durumdalar.
NETİCEDE NİYET HAYIR, AKIBET HAYIR
Yok hayır, ne ejderhalar menkıbelerde kaldı ne canavarlar masallarda. Ne Dahhakların sonu geldi, ne de Ehrimenlerin. Görmüyor musunuz ülkenin beynini, izzetini, haysiyetini bugününü ve geleceğini kemirerek semiren bin boynuzlu şeytanlar şaşalı makam araçlarıyla ortalıkta fink atıyor. Ejderhalar, canavarlar, Dahhaklar, Nemrutlar, Firavunlar halen (haşa) Allah’la kudret, şeytanla şer yarıştırıyor.
Reel ile sürrealin, masal ile hikayenin, efsane ile tarihin, menkıbe ile gerçeğin içiçe geçtiği bu bu ifritten devirde yine de hiç kimse ne Hızırlardan ne de Demirci Kawalardan umudunu kesmiş değil. Neticede inanılıyor ki, niyet hayır olduğu için akıbet de hayır olacaktır…
Gökten üç elma düşmüş. Biri anlatanın/yazanın, diğeri dinleyenin/okuyanın, üçüncüsü ise umudu hep dipdiri, mücadele bayrağını sımsıkı tutanın başına…
Bu Yayına Yorum Yapın