1979’un karanlık günleriydi ve Türkiye her açıdan büyük sıkıntı yaşıyordu. Ülke bir taraftan ekonomik darboğazın içinde kıvranıyor, diğer yandan da o günlerin tanımıyla “anarşi” almış başını gidiyordu. Farklı siyasi görüşlerden, günde ortalama 20 kişi hayatını kaybediyordu. Böylesine sıkıntılı bir atmosferde mutlu olmak için küçük vesileler arıyorduk.
O fırsat, bir film olarak karşımıza çıktı. Çağrı diye bir film gelmişti ve Hz. Muhammed’in hayatını anlatıyordu. Hatırlıyorum, İzmir’in en büyük ve lüks sineması Çınar’da film 40 hafta kapalı gişe oynamıştı. Gösterime giren filme, ancak aylar sonra gidebilmiştim. Çağrı’nın her sahnesi henüz ortaokul çağlarında olduğum o dönemde müthiş etkilemişti.
Uzun süre dilimden “Tala’el Bedru”yu düşürmemiştim. Ancak bu ilahiyi hafızama nakşetsem de, tekrar dinlemek istediğimde kaydını uzun zaman bulmak mümkün olmamıştı.
Yıllar sonra, İzmir’de Hisar Apartmanı’ndaki meşhur “dersane”de “Beraim” kasetlerini bulmuş, “Tala’el Bedru”yu tekrar tekrar dinlemiştim. Beraim, henüz kitleselleşmemiş, büyümeye çalışan bir grubun en çok dinlediği ilahi kasediydi. Beraim adıyla anılan üç albüm hatırlıyorum. O dönemde aramızda yaygınlaşan söylentiye göre, grup Suriyeliydi ve Hama’da İhvan mensuplarının çocuklarından oluşuyordu. Çocuklar aileleriyle birlikte Hama Katliamı’nda yaşamlarını yitirmişlerdi.
TALA’EL BEDRU’YU BESTELEDİ
Hem Çağrı filminde hem de Beraim’de dinlediğim “Tala’el Bedru”nun asıl kayıtlarına ise yıllar sonra ulaşmak nasip oldu. 1986’nın kasvetli ve hüzünlü günlerinde, kaçıp sığındığım bir albümde, kadın mı erkek mi olduğuna bir türlü karar veremediğimiz bir ses, muhteşem bir icrayla Tala’el Bedru’yu seslendiriyordu. O tarihlerde bendir dışında her türlü çalgıya haram nazarıyla bakıyorduk. Ancak Tala’al Bedru Hz. Peygamber için söylenmiş bir ilahiydi ve o yüzden dinlenilmesinde bir sakınca yoktur, diyerek kendime bir çıkış yolu bulmuştum.
O adı meçhul albümde dinlediğim ilahiyi besteleyen ve kadın mı, erkek mi olduğuna bir türlü karar veremediğim ses Ümmü Gülsüm’e aitti. Çağlar öncesinden gelen, nakledilen sözleri bestelemiş, ortaya unutulmaz bir şaheser çıkarmıştı. Mısırlıydı ve en çok tanınan Arap sanatçısıydı. O tarihlerde ne bugünkü gibi İslami bir medya vardı, ne de Ümmü Gülsüm kimdir? diye araştırabileceğimiz internet gibi bir mecra.
Müzik uzmanları, “Tarih boyunca Akdeniz havzasının çıkardığı üç büyük ses vardır: Ümmü Gülsüm, Amalia Rodrigues ve Fayruz” diyorlar. Birinci sıraya da Ümmü Gülsüm’ü yerleştiriyorlar. Ümmü Gülsüm, 1904’te Mısır’da Nil deltasında fakir bir köyde dünyaya gelmiş. Babası köyde imamlık yapan, Şeyh İbrahim Baltacı.
 
Ümmü Gülsüm’ü ilk keşfeden isim de aslında baba İbrahim Baltacı. Küçük kızdaki müzik yeteneğini farkedip, beş yaşından itibaren eğitmeye başlayan İbrahim Baltacı, yeterli olmadığını farkettiği anda Ümmü Gülsüm’e ders aldırmaya başlamış. Ümmü Gülsüm’ü, çevre köylere, erkek çocuğu kıyafetleriyel kaside, tevşih ve ilahi okumaya götürmüş.
ŞÖHRETİ RADYOYLA YAYILDI
Ümmü Gülsüm’ün hayatı, küçük yaşından itibaren müzikle şekillenmeye başlamış. Uzak görüşlü İbrahim Baltacı, kısa zamanda yerel şöhrete kavuşan kızının istikbalini düşünerek 1920’lerin başında Mısır’ın başkenti Kahire’ye taşınmış. Hem edebi Arapça’nın en güzel konuşulduğu ve yazıldığı hem de Arap müziğinin en büyük icracılarının, bestekârlarının yaşadığı Kahire Ümmü Gülsüm için hayatının dönüm noktası olmuş.
Kısa sürede Kahire’de, sosyetenin ve zenginlerin en çok sevdikleri, aradıkları ses haline dönüşmüş. Ümmü Gülsüm, Kahire’de hem icrasını geliştirmiş, söz gelimi arkasında görev yapan erkek vokalleri kaldırmış, hem de repertuvarında klasik eserlerin yanı sıra çağdaş bestekârların eserlerine de yer vermeye başlamış. Tabii bu durum Ümmü Gülsüm’ün ününe ün katmış.
Ancak Ümmü Gülsüm’ün bütün bir Arap dünyasının kalbine taht kurmasını sağlayan, 1937’de Kahire Radyosu’nun kurulmasıyla başlayan aylık konserler zinciri olmuş. Ümmü Gülsüm’ün canlı konserleri, bu eşsiz sesin Arap sokaklarına inmesini sağlamış. Kazablanca’dan Beyrut’a, Kahire’den Şam’a uzanan Arap coğrafyasında Ümmü Gülsüm Çağı, radyo yayınlarıyla başlamış.
Ümmü Gülsüm’ün etkisini sadece Araplarla sınırlı tutmak yanıltıcı olur. Aynı kültür coğrafyasında farklı tecrübeler yaşayan Türkiye için de Ümmü Gülsüm’ün ayrı bir anlamı var.
Ümmü Gülsüm popüler hale gelince Türkiye’de de hatırı sayılır bir radyo dinleyicisi, Kahire Radyosu’nu dinlemeye başlamış. Bu durum o dönemde CHP iktidarının dikkatini çekmiş ve İçişleri Bakanlığı, özellikle Adana, Mersin gibi şehirlerde Arap radyolarının dinlenilmesinin engellenmesi için uğraşmış.
KONSERİ YÜZÜNDEN DARBE ERTELENDİ
Ümmü Gülsüm, kısa bir zaman içinde Mısır’ın en üst tabakasının içine girmeyi, orada kendisine büyük bir saygınlık oluşturmayı başarmış. Mısır Kralı Faruk’u bile etkilemeyi başaran Ümmü Gülsüm, Safiye Ayla’nın anlatımıyla erişilmesi oldukça güç bir isim haline dönüşmüş.
1952’de Hidiv Hanedanı’nın devrilmesiyle sonuçlanan darbeden sonra Ümmü Gülsüm, Kahire Radyosu tarafından eski rejimi temsil ettiği gerekçesiyle yasaklanmış. Bu yasak büyük bir Ümmü Gülsüm hayranı Albay Cemal Abdunnasır’ın, “Nil’i kurutabilir misiniz? Ya da piramitleri yıkabilir misiniz? Onlar nasıl bir sembolse, Ümmü Gülsüm de odur” sözleriyle kaldırılmış.
İsrail’le yaşanan savaşlarda, vatanseverliğiyle öne çıkan Ümmü Gülsüm, hem cephede askerlere moral vermek için konserlere katılmış hem de ülkesinin yaralanan onurunu tedavi etmek için Arap ülkelerini ziyaret ederek, konserler vermiş. Bu konserlerden elde ettiği 2.5 milyon sterlini ve mücevherlerini, 1967’de İsrail karşısında ağır bir yenilgiye uğrayan Mısır yönetimine bağışlamış.
Ümmü Gülsüm’ün Arap coğrafyasındaki popülaritesi o kadar yüksektir ki, Libya’da sırf konseri yüzünden darbe tarihi değişir. Daha sonra adını bütün dünyanın öğreneceği Muammer Kaddafi ve Abdüsselam Callud, Libya Kralı İdris Es Senüsi’yi devirmeye karar verirler. Ancak darbe yapmayı planladıkları tarihte, Ümmü Gülsüm’ün Bingazi’de konseri vardır. Ümmü Gülsüm konser verirken, hiçbir subayın darbeye iştirak etmeyeceğini düşünen iki arkadaş, planlarını ertelemek zorunda kalırlar.
Ümmü Gülsüm, tarihte çok az sanatçıya nasip olan bir şöhrete kavuşmuş, bunu da halkının mutluluğu için kullanmış bir sanatçıydı. 1975’in 21 Ocak’ında böbreklerinden rahatsızlanan sanatçının sağlık durumu için Kahire Radyosu her gün bülten yayınlar. 4 Şubat’ta ölümü ise, Mısırlı ünlü hafızların radyodan okudukları Kur’an-ı Kerim’le halka duyurulur. Sanatçının cenazesi dört buçuk milyon Mısırlı’nın katılımıyla, kaldırılır. Bu kalabalğın içinde Arap dünyasının neredeyse bütün yöneticileri hazır bulunur.
Ümmü Gülsüm’ün ölümünün üzerinden on yıllar geçse bile, popülaritesinden hiçbir şey kaybetmiş değil. Kayıtları halâ büyük bir beğeniyle dinleniyor…

MERAKLISINA NOTLAR
Balıkesir’de bir ilk mi yaşandı?
27 Mart’ta medyaya Balıkesir’de yapılan bir operasyonun haberi düştü. Cemaat mensubu 100 kişi bir kahvede toplantı halindeyken basılmıştı ve bu kişilerin, cezaevlerindeki “örgüt” mensuplarına yardım toplamak için biraraya geldikleri iddia ediliyordu. Gözaltına alınanların çoğunluğu kadındı. Fotoğraflarda bebek biberonları, bardaklarda yarım kalmış çaylar ve az miktarda para gözüküyordu.
Haklı olarak sosyal medyada hem haberin diline hem de operasyona tepkiler gecikmedi. Böyle bir rezillik görülmemişti ve daha önce cezaevlerinde bulunanlar için yardım yapanlara hiç böyle bir operasyon yapılmamıştı.
Üstelik bu yorumları yazanların bir kısmı gazeteciydi. Hâl böyle olunca bazı konuları hatırlatmakta yarar olduğunu düşündüm.
Türkiye’de devletin baskısı ve ‘zulüm’ cemaate yapılanlarla başlamadığı gibi, görünen o ki cemaate yapılanlarla da bitmeyecek. Benzer olaylar Türkiye’nin yakın tarihinde sıkça görüldü.
Hafıza tazelemekte yarar var.
“Baskın” ve “tutuklular yararına” kelimelerinin yanyana getirin karşınıza “TAYAD-Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği” adı çıkar. Bir de TUHAD-DER. Her iki dernek de bugüne kadar defalarca baskına uğramış, yöneticileri gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır.
Ancak Balıkesir’deki operasyona haklı olarak tepki gösteren gazetecilerin çoğunun bu baskınlara ilgisiz kaldığını biliyoruz. Neden ilgi göstermediler?
Gerekçe, bu derneklerin DHKP-C, PKK gibi örgütlerle ilintili olduğunun iddia edilmesi ya da saptanması olabilir mi? Peki, bu gerekçe baskınları normal görmemizi mi gerektirir? Zulüm başkasına olduğu zaman yapılanları devletin güvenlik anlayışının diliyle haberleştirebilir miyiz?
Suç ve ceza bireyseldir. Birinin suçlu olması ailesinin, yakınınlarının suçlanmasına karine teşkil etmez. Kaldı ki Türkiye hapishanelerinde tutuklu bulunanların kahir ekseriyeti, hukuk diliyle “zanlı”dır. Hakkında henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı dahi bulunmamaktır.
Zanlı ya da mahkumun ailesiyle dayanışmak insanlığın gereğidir. İdeolojisi, inancı ne olursa olsun tutuklu ailelerin dayanışmasına insani kaygılarla bakmak insan olmanın gereğidir.
Gazeteci olaylara devletin gözüyle bakamaz, devletin diliyle konuşmaz. Devlete dün düşman olan, bugün dost olabilir. Dünün “anarşist”i Doğu Perinçek, nasıl bugün makbulse, bugünün makbul isimleri de yarın teröriste dönüşebilirler.
Bu bağlamda; PKK’ya terör örgütü derken Tamil ve Moro’da mevcut devletlere karşı çarpışan silahlı gruplara niye “gerilla” dediğimizin bir açıklamsı var mı? Gerillayla terörist arasındaki ayrımın kaynağı ne? Politik amaç için silahlı mücadele veren grupların birisi terörist olurken, diğeri nasıl gerillaya dönüşüyor?

HOŞ SADA
-Ludwig van Beethoven-Symphony No. 6
-Jean Sibelius-Pohjola’s Daughter, Op. 49
-Antonin Dvorak-Symphony No. 9 “From The New World”
-Pietro Mascagni-Cavalleria Rustica İntermezzo
-Gabriel Faure-Pevane, Op. 50