Kırık Testi: Güçlü İrade İsteyen Dört Büyük Amel

KIRIK TESTISoru: Münebbihât’ta Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen bir sözde şöyle buyrulmaktadır: إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍ: اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِ، وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِ، وَالْعِفَّةُ فِي الْخَلْوَةِ، وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُ“Amellerin en zoru şu dört haslettir: Öfke anında affetmek, darlık zamanında cömertlik sergilemek, günahla baş başa yalnız bulunduğu vakit iffetli olmak, kendisinden korktuğu veya menfaat beklediği kimseye karşı hakkı söylemek.” Bu sözde nazara verilen amellerin ve o ameller karşısında elde edilecek mükâfatın izahını lütfeder misiniz?
Cevap: Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen beyanlara, onun Nehcü’l-Belâga’da yer alan sözlerine, üslûbuna ve kullandığı dile baktığımızda, “cahiliyeden yeni çıkıldığı, değişik ilim sahalarına ait mazmun ve mefhumların henüz yeterince inkişaf etmediği, dil ve belâgatla ilgili çalışmaların tam mânâsıyla ortaya çıkmadığı bir dönemde, belli bir literatüre bağlı olarak ifade edilebilecek böyle engin sözlerin söylenmesi pek mümkün görünmüyor. Muhtemelen ilimlerin inkişaf ettiği, farklı ilim sahalarına ait literatürün oluştuğu üçüncü ve dördüncü asırda bazı insanlar, söyledikleri bu sözleri ona nispet ettiler.” diyesi geliyor insanın. Fakat ikinci ihtimal olarak da Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) mâneviyata açık, ilhamları coşkun, vilâyet silsilesinin pederi konumundaki hususiyetleri göz önünde bulundurulduğunda, bu türden beyanlar birer ilham eseri olarak onun tarafından söylenmiş olabilir. İsimsiz müsemmanın, isimli müsemma hâline geldiği ve terminolojinin oturduğu dönemde bazı kişiler, söyledikleri güzel sözleri ona nispet etmiş olabileceği gibi, ondan gelen bazı sözleri kendi dönemlerinin mazmun ve mefhumlarıyla zenginleştirerek ifade etmiş olmaları da muhtemeldir. Kestirip atmak mümkün olmadığından, “اَللهُ أَعْلَمُ İşin doğrusunu Allah bilir.” deyip soruda nazara verilen dört amel konusuna geçelim.
Hazreti Ali (radıyallahu anh) bu beyanında, başta, إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍ sözüyle, amellerin en zorunun dört tane olduğunu ifade ediyor. Esasen bir yönüyle her amelin kendine göre bir zorluğu vardır. Günde beş defa abdest almak, namaz kılmak, hususiyle uzun ve sıcak günlerde sabahtan akşama kadar oruç tutmak, alın teriyle kazanılan malı infak etmek, hac ibadetini yerine getirmek, anne-babaya “Öf!” bile demeyecek ve yüz ekşitmeyecek şekilde onların hukukuna riayet etmek gibi ibadet ve mükellefiyetlere bakıldığında, bunların her birinin kendine göre bir kısım zorluk ve meşakkatleri olduğu görülecektir. Öyle zannediyorum ki hiç kimse sayılan bu amel ve ibadetler hakkında “Onları yapmak kolaydır.” demeyecektir. Hazreti Ali de yukarıdaki beyanıyla, ameller içinde zorlardan en zor olarak gördüğü şu dört meseleye dikkat çekmektedir:
  1. Öfke Anında Affetmek
Bu hasletlerin ilki, اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِ  sözüyle ifade edilen, öfke anında affedici olabilmek. Esasında insanın, gayz ve öfkesinin magmalar gibi köpürdüğü bir anda, öfkesini yutabilmesi ve affedici olabilmesi Kur’ân-ı Kerim’in de üzerinde durduğu ve yapılmasını teşvik ettiği amellerden biridir. Mesela Allah (celle celâluhu), اَلَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ  “O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği hâde) öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) kavl-i kerimiyle, öfkeyi yutarak affedici olabilmenin takva sahiplerinin özelliklerinden birisi olduğunu beyan buyurmuş; öfkenin yutulmasının, dikenli bir kaktüsün yutulması kadar zor bir iş olduğunu nazara vermiştir. Elbette böyle zor bir ameli başaran insanın sevabı da ona göre kat be kat fazla olacaktır.
Başkaları  tarafından rahatsız edilmeyen, keyfi yerinde olan, takdir görüp sevilen bir insanın affedici olması kolaydır. Asıl mârifet, birileri tarafından rahatsız edildiği, eza ve cefa gördüğü, bundan dolayı da öfkelendiği bir anda insanın iradesinin hakkını vererek mukabelede bulunmaması ve affedici olabilmesidir. Esasında insan, biri ona boynuzuyla dokunduğunda hemen ona karşı başka bir boynuz darbesiyle karşılık verecek bir mahlûk değildir. Allah (celle celâluhu), kemâle giden yolda insanın donanımında hiçbir eksiklik ve boşluk bırakmamış, onu mükemmel bir varlık olarak halketmiştir. İnsana öyle bir irade vermiştir ki, onun hakkını verdiğinde, en ağır amellerin altından kalkabilir, gayz ve öfkesini ayaklarının altına alarak onların üzerinde raks edebilir.
Bildiğiniz gibi “afv”, “bir şeyi silmek” demektir. Yani başkalarının sizi rahatsız eden ve öfkelendiren bir kısım tavır ve davranışlarını görmeyip, âdeta onların üzerine bir daksil çekmeniz; bu tür olumsuzlukların zihninizde yer etmesine ve nöronlarınızda iz bırakmasına dahi müsaade etmemeniz; sizi çatlatacak kadar üzerinize gelseler bile, bütün bunları bir daha hatırlamamak üzere korteksinizden silmenizdir afv. İşte bu şekilde davranmanız, yapılması hakikaten çok zor bir ameldir. Fakat bir insan, fenalıkları unutmaya müheyya (hazır) bir tabiata sahip olduğunda, bunun geriye dönüşü çok farklı olacaktır. İhtimal onun bu affedici tavrı karşılığında, bir kısım hata ve günahları neticesinde maruz kalacağı gazab-ı ilâhî başına gelmeyecek, affetmesi karşılığında ilâhî affa mazhar olacaktır.
  1. Darlık Zamanında Cömertlik Sergilemek
Hazreti Ali (radıyallahu anh), وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِ ifadesiyle ikinci olarak sıkıntı ve imkânsızlık içinde kıvranırken civanmertçe davranmanın zorluğunu ve önemini vurgulamıştır. Vereceği mallar, stok ve hazinelerinden ciddî bir şey eksiltmeyen insanın cömertliği kolaydır. Bin lirası olan bir insan, bir lirasını verse neyi eksilir ki! Asıl mühim olan, yokluk zamanında insanın infakta bulunabilmesidir. İnsanın öfkeliyken affedebilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın “Afuv” ismine bir davetiye olduğu gibi, sıkıntı ve darlık anında yapılan cömertlik de yine Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” ismine bir davetiyedir.
Bir yönüyle Hazreti Ali, îsâr duygusuna dikkat çekmiştir. Zira îsâr -bir çeşidi itibarıyla- kendisi aç ve susuz olan bir insanın yiyeceğini bir başkasına vermesidir. Ki Yüce Allah, وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّاۤ أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9)
Yermûk Savaşı’nda, dudakları kurumuş ve ölmek üzere olan bir sahabînin kendisine getirilen suyu tam dudaklarına götürdüğü esnada su isteyen bir başka sahabînin sesini işitmesi üzerine eliyle ona götürülmesini işaret etmesi, onun da aynı şekilde işittiği başka bir inilti karşısında suyu bir başkasına göndermesi ve bu şekilde su dolu mataranın üç kişi dolaşması ve hepsinin şehit olması neticesinde bir yudum suyun onlardan hiçbirine nasip olmaması îsâr hasletinin, başkalarını kendine tercih etmenin, yaşatma duygusuyla yaşamanın, gerçek insanî değerlere bağlı kalmanın en çarpıcı ve güzel misallerinden biridir. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)
  1. Günahla Baş Başa Kaldığında İffetli Olmak
Hazreti Ali (radıyallahu anh) وَالْعِفَّةُ فِى الْخَلْوَةِ ifadesiyle günahla baş başa kalan bir insanın iffetli olmasını da gerçekleştirilmesi zorlardan zor üçüncü amel olarak zikretmiştir.
Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelenecek yedi zümreden bahsetmiş ve bunlardan birisinin de,  makam ve cemâl sahibi bir kadının günaha çağırması karşısında, إِنِّي أَخَافُ اللهَ “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek, bu çağrıyı reddeden kimse olduğunu haber vermiştir. (Buharî, zekât 16; Müslim, zekât 91)
Halkın içinde iffetli görünmek bir mânâda kolaydır. Çünkü birçok insanın gözünün sizin üzerinizde ve sizin gözünüzün de onların üzerinde olduğu bir atmosferde insanın günah işlemesi çok zordur. Fakat kendisini günah girdabında bulan ve bir kısım fettanlarca baştan çıkarılmaya çalışılan bir insanın, orada iradesinin hakkını vererek bir iffet âbidesi kesilmesi ve Hazreti Yusuf gibi, مَعَاذَ اللهِ  “(Böyle bir günah işlemekten) Allah’a sığınırım.” (Yûsuf sûresi, 12/23) diye haykırabilmesi; haykırıp baş döndürecek, bakış bulandıracak o günaha karşı net tavır belirleyebilmesi çok zordur. Bir insanın, negatif şeyler içine itildiği bu tür pozisyonlarda hiç sarsılmadan bir dağ cesamet ve rasanetiyle yerinde dimdik durabilmesi hakikaten çelikten bir irade ister. Hiç şüphesiz böyle bir zorluğun üstesinden gelen bir insanın elde edeceği mükâfat da o nispette büyük olacaktır.
Hazreti Ömer Efendimiz’in  hilâfeti döneminde, fettan bir kadın, görkemli ve yakışıklı bir delikanlıya gözlerini diker ve sürekli ona tuzak kurar. Bir gün bir yolunu bularak onun kapıdan içeri bir adım attırmaya muvaffak olur. Muvaffak olur ama, o esnada delikanlının dilinde şu âyet-i kerime dönüp durmaktadır: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَۤائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf sûresi, 7/201) Bunun üzerine gencin o an kalbi durur ve oracıkta vefat eder. Sahabîler, Emiru’l-mü’minîn Hazreti Ömer’e bu durumu haber vermekten çekinirler de bir başkasının evinin önünde vefat eden bu gencin cenazesini alır, defnederler.  Fakat namazda hep ilk safı tutan bu gencin, arkasında yer almadığını fark eden Hazreti Ömer, onun nerede olduğunu sorar. Sahabîler de hadiseyi kendisine haber verirler. Vakayı dinleyen Hazreti Ömer, hemen gencin mezarının başına koşar ve orada ona hitaben وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ“Rabbinin huzuruna gideceğinden korkan kimseye iki Cennet vardır.” (Rahmân sûresi, 55/46) âyetini okur. Bunun üzerine mezardan, “Ey emire’l-mü’minîn! Cennette, ben onun iki katına mazhar oldum.” sesi yankılanır. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân,2/280)
Bu hâdise de göstermektedir ki, bir insanın haramla baş başa kaldığında iffetini muhafaza edebilmesi pek çetin, gayet kıymetli ve çok önemlidir. Fakat maalesef, geçmiş birkaç asır pek çok değerimizi alıp götürdüğü gibi, iffet düşüncemizi de yerle bir etti; biz de sefil bir hâle düştük. Kimileri, özgürlük adı altında ahlâksızlığın bütün imkânlarını önümüze sermek suretiyle atmosferimizi ahlâksızlığa açık hâle getirdi. Öyle inanıyoruz ki Allah, her şeye rağmen günümüzde hayâ ve iffetini koruyanlara eltâf-ı sübhaniyesiyle muamelede bulunur, onları iki Cennet’le şereflendirir, rıza, rıdvan ve ru’yetiyle taçlandırır.
  1. Zor Zamanda Hakkı Söylemek
Hazreti Ali (radıyallâhu anh), zorlardan zor gördüğü son ameli de, وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُ sözüyle açıklamıştır. Bunun anlamı da bir kişinin korktuğu veya menfaat umduğu kimseye karşı hakkı söylemesidir. İnsan, korktuğu veya kendisine bir kısım nimetlerin vaat edildiği durumlarda dik duruş sergileyemez, hakkı söyleyemez; angajmanlığa girerse, güç ve iktidar sahipleri, bir süre sonra onun boynuna pranga takar, ayaklarına zincir vurur, onu azat kabul etmez bir köle hâline getirir, sonra da ona istedikleri her şeyi yaptırırlar. Günümüzde değişik mahfillerde çokça görüldüğü üzere korku, insanı hak yolunda koştururken gemleyen, iradesini felç eden, elini kolunu bağlayan hatta kolunu kanadını kıran bir faktördür.
Aynı şekilde elde edilmesi ümit edilen menfaatler de insanı zâlim idareciler karşısında dilsiz şeytan konumuna düşürür; bile bile gerçekleri çarpıtmasına, yanlış konuşup yanlış işler yapmasına yol açar. Bugün çok acı misallerine şahit olduğumuz gibi, niceleri önlerine serilen bir kısım imkânlar veya girdikleri bir kısım beklenti ve ümniyeler veyahut da içine düştükleri korku ve endişe yüzünden, dün dediklerinin bugün tam zıddını söylüyor; tıpkı bukalemunların yaptığı gibi şartların değişmesiyle renkten renge giriyor, hem dünya, hem de ahiret hayatlarını mahvedecek şekilde üst üste cinayetler işliyorlar. Onlar, değişik angajmanlıklar karşısında âdeta bir esir hayatı yaşıyor, bir türlü özgürce hareket edemiyor, hür olamıyorlar. İşte korku ve menfaatin hükümferma olduğu bir zaman diliminde hakkı söylemeye devam etmek, gerçek bir kahramanlıktır. Elbetteki bu kahramanlığın, ötede mükafatı da ona göre olacaktır.
Hâsılı, amellerin sevap ve mükâfatı, onların gerçekleştirildiği zaman ve zemine göre farklılık arz eder. Meşakkatli ve zor olan bir amelin sevapta katlanmaya vesile olması, ancak niyetteki hülûsun korunmasına ve sarih-zımnî değişik şikayetlere girilmemesine bağlıdır. Başka bir ifadeyle insan, o meşakkatli ameli yaparken meşakkat ölçüsünde sevap elde edebilmek için, zorluklardan şikayet etmemesi, her şeye rağmen dişini sıkıp sabretmesi, kadere taş atmaması, o ameli isteyerek ve gönlünden gelerek yapması gerekir.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.