Bir ülkücü daha ne ister? | Selahattin Sevi
Yoksullukla terbiye edilen yığınlar bir de yoksunlukla sınanıyor. İnternet çağında babası veya annesi hapishanede olan çocuklara mektup yazma izni bile verilmiyor.
İşlemediği suçlar nedeniyle Silivri Cezaevi’nde olan Erkan Acar bazen dâhili hattan arayarak haber verir, bazen de koşar adımlarla zemin kata inerken seslenirdi: Reis geldi!
Erdem Karakoç’tu gelen…
Kafetarya’daki turuncu renkli koltuklara oturmadan ‘Reis’ sıkıca elinizi kavrar, sertçe kafa tokuşturur, yaz-kış ilk isteği hep bir bardak kaynamış su olurdu.
Ya çevre ilçelerde seçim çalışmasına katılmış, ya Trakya’da bir cenazeden dönmüş ya da hep önemsediği, kendine pilot bölge olarak seçtiği Hakkari’ye uçuyor olurdu. Yolunu düşürdüğü gazetede kaynar suyunu yavaş yavaş yudumladıktan sonra nadiren açık bir çaya ikna edebilirdik. Yemezdi, içmezdi. Sigara alışkanlığı olmayan ender ülkücülerdendi. Sağlığına ve giyim-kuşamına özen gösterirdi.
Erkan’la güncel siyasi konuları konuşurlardı, üniversite yıllarındaki ortak dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan söz ederdik. 1988 sonbaharında ben Marmara İletişim’e kaydımı yaptırdığımda o da İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı’na henüz seçilmişti. O yıllarda soldan da çok arkadaşımız vardı ama ‘sağcı’ öğrenciler arasında ortak noktalar daha fazlaydı sanıyorum. Tarlabaşı’ndaki Süleyman Efendi’nin talebelerinin yurdunda cumaya gider, Gülen Cemaati’nden arkadaşların kaldığı Dolapdere’de Basın-Yayın’ın da olduğu sokaktaki dersanede çayda buluşur, bazen de Taksim’deki Ülkü Ocağı’nda bir araya gelirdik. İlginçtir, siyasal İslamcı arkadaşlar her yere gelir ama bir kere olsun bizi ‘mekân’larına davet etmezdi.
Erdem Karakoç ‘taş medrese’ adını verdiği hapisten yeni çıkmış, Ocak örgütlenmesi için görevlendirilmişti.
Aradan 20 yıl geçtikten sonra Zaman’daki ilk görüşmemizde beni soyadımla hatırlamış, “Hayatta duyduğum en güzel soyadlarından biri Sevi. Türkçenin en güzel kelimesi,” demişti de şaşırmıştım. Aziz Nesin’den sonra “sevi” kelimesinin bu denli farkına varan başka birini tanımamıştım. Kafası komplo teorileri ve öteki tarih masallarıyla bulanmış sağcıların aklına hep ‘Sabetay’ vakası geliyordu çünkü.
O günlerde Erdem Reis’le her konuyu rahatça konuşur, tartışırdık ama söz AKP ve Erdoğan’a gelince iki kaşının arası daha da çatılır, yüzü düşer, önce bir duraksar, sonra kıyasıya eliştirirdi. Bir gün dayanamayıp sordum: “Bir milliyetçi olarak neden mutlu değilsiniz? Ekonomi’de 2001 krizinin etkileri en aza indi, Avrupa Birliği kapılarını iyice araladı, ihracat patladı, Avrupalı siyasetçiler Türk bayrakları oturumlara katılıyorlar, şehit cenazeleri gelmiyor, Türk dünyası ile yeni köprüler kuruluyor. Bir ülkücü daha ne ister?”
Sözü uzatmadı: “Kardeşim bunlar çocuklarımızın rızkına göz diktiler. Bizi işsizliğe, yoksulluğa ve açlığa mahkum ettiler.” Sarsılmıştım.
AKP o günlerde ülkücülere, Alevilere ve solculara uyguladığı ‘açlıkla terbiye’ etme politikasını bugün kendi gibi düşünmeyen bütün kesimlere uyguluyor.
İşte, oyuncu Füsun Demirel. İşsiz geçirdiği üçüncü yılı olduğunu belirtip soruyor: “Hiç mi yürekli bir yapımcı yönetmen kalmadı?” Sosyal medya hesabından yaptığı bir paylaşımdan dolayı ötekileştirilen Demirel, “Yüreğim daha fazlasına dayanmıyor. Bilin istedim. Sadece bir işi bile çok gördüler. Ben iyi değilim…” feryadını paylaşıyor.
Demirel istediği kadar Roma Dramatik Sanatlar Akademisi tiyatro bölümünden mezun olsun, Almanya’da tiyatro yapsın, iyi derecede İtalyanca, İngilizce, Almanca bilgisine sahip olsun, 27 oyunu Türkçeleştirsin… Bütün bunların hiç önemi yok. Biraz muhalifsen iş yok, ekmek yok.
KHK ile işinden atılan yüz binlerin sesi Semih ve Nuriye ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşma riskine karşı günlerce açlık grevi yaptı. Hukuksuzca ellerinden alınan işlerinin-aşlarının kavgasını hâlâ sürdürüyor.
Devletin tek kolunu alarak mağdur ettiği Veli Saçılık annesiyle sokaklarda sürükleniyor. Ankara Yüksel Caddesi’nde KHK’lara karşı eylem yapan oğluna destek için alanda bulunan Kezban Saçılık o bilgece sözleriyle durumu özetlemiyor mu? İlk kez yargılanan anne, mahkeme başkanının “Orada ne arıyordunuz” sorusuna, “Oğlumu arıyordum. O da hakkını arıyordu” cevabı bütün yaşananlara okkalı bir tokat ama kim anlayacak.
Gülen Cemaati ile ilişkilendirilen ve mağdur edilenlerin yarıdan fazlasını temsil edenler içinse ülke tam bir kabus. Tutuklu ve hükümlüler için kermes yapan kadınlar bile gözaltına alınıyor. Doğumhane kapılarında polisler bekliyor, bebekler hapishanelerde büyüyor…
2014 yılı haziranında KRT’de Çağlar Cilara’nın programına konuk olan ve “Görülüyor ki iktidarla IŞİD diyalog içinde, Türkmenler için birşey yapmıyor” diyen, bugün MHP yönetiminde söz sahibi olan Erdem Karakoç ne düşünüyor bilmiyorum. “15 Temmuz gecesi cumhurbaşkanımız Mirac’a çıkar gibiydi” sözlerinin işe yarayıp yaramadığını da…
Fakat yoksullukla terbiye edilen yığınlar bir de yoksunlukla sınanıyor. İnternet çağında babası veya annesi hapishanede olan çocuklara mektup yazma izni bile verilmiyor.
Babası Celalettin Can’a mektup yazma isteği hapishane duvarlarından dönen kızı Roza Erdem’in gazete vasıtasıyla ulaştırmaya çalıştığı satırları görmüş olmalısınız. “Dünya üstünde de bir insanı gerçekten anlayamadan ve sevemeden, kendinden başka birinin kalbine ve hatta kendi kalplerine bile dokunamadan yalnız kalarak cezalarını çeken” bugünün muktedirleri dışarıdaki ebeveynleriyle buluşamasınlar diye pasaportlarını iptal ediyor.
Yani Reis, şimdi beraber olduklarınız ‘öteki’ diye tarif ettiklerini hem yoksullukla hem yoksunlukla terbiye etmeye çalışıyor.
Fakat dört duvarı ‘taş medrese’ yapanlara taş kalplilerle yan yana durmak hiç ama hiç yakışmıyor.
Bu Yayına Yorum Yapın