MUHAKKİK BİR ÂLİM: BEDİÜZZAMAN | Süleyman Sargın
23 Mart 1960’ta ruhunun ufkuna yürüyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri muhakkik bir âlimdir. İslam düşünce dünyasında benzerlerine az rastlanan işaret taşı mesabesindeki câmi şahsiyetlerden biridir. Câmiiyeti hem ilminden hem de hakikatin peşinde elde ettiği vicdani tecrübesinden ileri gelmektedir. Bütün hayatı iman ve Kur’an hizmetinde geçmiş, kendi tabiriyle “hakikatü’l-hakâik”a ulaşmak için yollar, usuller geliştirmiş ve milyonları bu istikamette yönlendirmiştir. Onun çok bilinen “zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” sözü tasavvuftan murad olunan gayeyle ilgili değildi. O, yozlaşmaya ve çizgisinden sapmaya başlamış tarikatlara yönelik bir tavırdı. Nitekim kendine tarikat adını veren organizasyonlara baktığımızda bugün gelinen nokta Bediüzzaman’ı bir kere daha teyid etmektedir. Bediüzzaman tasavvufa değil tarikatlara ve onlardaki bazı uygulamalara mesafeliydi. Nur talebeleri tarafından daha çok bir tasavvuf eleştirisi olarak kabul edilen “Telvihat-ı tis’a” risalesinde Üstad, tarikatlara bazı eleştiriler yöneltse de tasavvufun insanı marifete, sürekli huzura kemal noktasına eriştirmesi bakımından oldukça faydalı ve feyizli bir yol olduğunu belirtir.
Hakikat arayışı ve Bediüzzaman
Bediüzzaman’ın Mevlânâ ile ilişkisi de dikkate değerdir. Risale-i Nur’un fidanlığı olarak tanımladığı eserine Mesnevî-i Nuriye adını vermesi Mevlânâ’nın meşhur eseri Mesnevî’den dolayıdır. Üstad, Mesnevî-i Nuriye’nin ilk sayfasında bulunan itizar bölümünde bu eseri “Risale-i Nur’un bir nevi Arabi Mesnevi-i Şerif’i hükmünde olan bu mecmua” ifadeleriyle tanıtır.
Bediüzzaman’ın hayatında manevi aşamalar bakımından iki ana safha görülür; Eski Said ve Yeni Said dönemleri. (Bazıları bunu üç safha olarak da zikrederler.) Üstad Eski Said döneminde daha çok siyasal ve toplumsal sorunlarla uğraşan, felsefi okumalar yapan, gazetelerde yazan, kalabalıklara konuşan daha dışa dönük bir yapıya sahiptir. Pozitivist düşüncelerin yaygınlaştığı, Allah’a imanın zayıfladığı bir dönemde Üstad da problemin kaynağını tespit ve tedavi peşindedir. O dönemde, siyaseti bu iş için önemli bir vesile olarak görmektedir. Ancak kendi ifadesiyle “İstikbalde gördüğü nuru” önceleri siyaset zannederken, daha sonra meselenin “iman problemi” olduğuna kanaat getirmiştir. Elli yaşlarında iken Eski Said’den Yeni Said’e dönüşünü yoğun olarak yaşadığı bir dönemde kaleme aldığı Mesnevî-i Nuriye Üstad’ın Yeni Said’le neyi aradığını anlamak açısından da önemli ipuçlarıyla doludur.
Mesnevî-i Nuriye’nin giriş bölümüne yıllar sonra yazdığı şu ifadeler, Üstadın nasıl bir arayış içinde olduğunu da anlamamıza yardımcı olacaktır:
“Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulum-ı akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü’l hakaik’a karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat getiremedi. Çünkü aklı, fikri, hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük zatların ardından gitmek istedi. Baktı ki onların her birinin ayrı ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda ‘tevhid-i kıble et” demiş, yani yalnız bir üstadın arkasından git. O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki: ‘Üstad-ı hakîki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble yalnız bu üstadla olur’ diye yalnız o üstad-ı kudsinin irşadıyla hem kalbi hem ruhu garip bir tarzda sulûke başladılar. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam Gazali, Mevlânâ Celaleddin ve İmam Rabbânî gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Kur’an’ın irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş. Hatta ‘Her bir şeyde Onun bir olduğuna delalet eden bir delil vardır’ hakikatine mazhar olduğunu Yeni Said’in Risale-i Nuruyla göstermiş. Mevlâna Celâleddin, İmam Rabbânî ve İmam Gazâlî gibi akıl ve kalp ittifakıyla gittiği için her şeyden evvel kalp ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp lillahilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılab etmiş.”
Risale-i Nurlar ile Üstad’ın referans olarak zikrettiği ve “farklı güzelliklerinden dolayı hangisinin arkasından gideceği hususunda tahayyürde kaldığı” bu irfan ehlinin eserleri arasında elbette dil ve öncelikli mesele farkı vardır. Referansları, Üstad’ın ciddi ve sağlam bir irfanî geleneğe mensup olduğunu gösterirken, eserlerindeki dil ve öncelikle ele aldığı meseleler O’nun tamamen kendi çağının hususiyetlerini gözetmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa söylenen birdir. Üstad’ın şu ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden, meyvelerinden ve feyizlerinden bahseder. Onların zamanlarında imanın esaslarına ve köklerine hücum yoktu ve imanın rükünleri sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli bir surette taarruz var. O divan ve risalelerin çoğu, has müminlere ve fertlere hitap eder, bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risale-i Nur ise Kur’an’ın manevi bir mucizesi olarak imanın esaslarını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetinde değil belki çok delil ve parlak bürhanlarla imanın ispatına, tahkikine, muhafazasına ve şüphelerden kurtulmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi ilaç gibi lüzumlu olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. Ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend ve İmam Rabbânî gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini iman hakikatlerinin ve İslam itakadının takviyesine sarf edeceklerdi…”
Üstad’ı ve Risaleleri daha çok anlamaya ihtiyacımız var…
Bu Yayına Yorum Yapın