ÜSTADIN TALEBELERİ NASIL NAMAZ KILARDI? (2) | Cemil Tokpınar




YORUM | CEMİL TOKPINAR
Geçen haftaki yazımızda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinin namaz kılışlarından örnekler vermiştik. Bu hafta da aynı konuya devam edeceğiz. Üstadın kendisine, “Hayatım, hayatınla devam edecek” iltifatında bulunduğu Mustafa Sungur Ağabeyle başlıyoruz.
Mustafa Sungur Ağabeyin namaz kılışını defalarca gördüm, imamlığında teravih dâhil birçok kereler namaz kıldım, namaz kılışını hayranlıkla seyrettim ve âdeta bakmaya doyamadım. Onun gibi namaz kılan görmedim diyebilirim. Namaza niyet edişi, öne hafif eğilerek kılışı, bilhassa Fatiha’yı, sureleri, tahiyyatı okuyuşu bambaşkaydı. Bunları okurken üzerine basa basa ve yürekten okuyor, âdeta gözleri kayıyor, kapanıyor, açılıyor ve beyazı gözüküyordu. Sanki bir yokuşu tırmanır gibi, çok istediği bir şeyi almak için yalvarır gibi namaz kılışı vardı. Hemen bütün namazlarında yaşadığı âlemden kopmuş ve farklı bir âlemde imiş gibi bir hâli vardı.
İlk ziyaret ettiğinde Üstad, “Namaz kılıyor musun?” diye sorunca, “Kılıyorum ama bizimki nerede, sahabeninki nerede Üstad’ım?” cevabını veren Sungur Ağabey, şu müjdeyi alır:
“İnşaallah bir gün o da olacak.”
1981- 82 yılında İlahiyat Fakültesinde öğrenci iken kaldığımız Bağlarbaşı dersanesinde yapılan derslere müsait olduğu haftalar gelir, kendine has okuyuşuyla ders yapardı. Dersten sonra kendisini soru yağmuruna tutar, hatıralarını anlattırırdık. Bir akşam Üstad Hazretlerinin nasıl namaz kıldığını sormuştuk. Anlatmayla kalmayıp bizzat namaz kılışını taklit etmiş ve şöyle demişti:
“Üstadımız namaza başlarken ‘Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah, İlâhî ya Rabbî, İlâhî ya Rabbî, İlâhî ya Rabbî’ dedikten sonra ‘Allahüekber’ diyerek namaza girince hemen bina sallanırdı.”
Şimdi de şahitlerin dilinden onların namazdaki hallerini okuyalım:

Fethullah Gülen Hocaefendi Anlatıyor:
Kim onu öyle bal-kaymak yudumluyor gibi, secdede ayrı bir derinlik, kavmede ayrı bir derinlik, hatta üzerinde namaz kıldığı halının nakışlarını görmeyecek kadar gözleri öbür âlemde, yanına gelmişler, gitmişler.
Şimdi Sungur Ağabey’in ufkunu yakalayabilmek için Hz. Üstad’ın huzurunda bulunmak, o insibağı yaşamak lazım biraz. Onun gizli açık hayatında öyle enginliklere vakıf olmuşlar ki, bakışının bizim bakışımız seviyesinde kalması düşünülemez, çok farklı bakıyor, farklı görüyor. Biz bakar-kör gibi bakıyoruz ona… Onu o hususî kıyafetiyle şöyle böyle bir insan olarak görüyoruz. Oysa onun mânâsı cismaniyetini aşkın olduğundan dolayı ihtimal o mânâda bir mecazîdir. Ama Allah o mecazî mânâya bir güç vermiş, kapıyı da kapamıştır. Onlar muhtevayı görüyorlar. Zarfa değil de mazrufa bakıyorlar. Belki zarf silinip gidiyor, tamamen mazrufu gördüklerinden, böyle bir görme her zaman olmuştur.
Bugün dünyanın dört bir yanında hicret buutlu bir göç dalgası varsa, bu anil-merkez güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulûsi Efendi, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dava erleri vardır. Hayatlarını Allah Resulünün Suffe Ashabı gibi geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır. (Mustafa Sungur, İhsan Atasoy, s. 216)

Dr. Said Enver Çeleğen Anlatıyor:
Çoğu insanı hayattan kopartacak hastalık tablolarında Sungur Abi’nin etkilenmediğini pek çok defa müşahede etmişimdir. Bu nedenle Sungur Abi için “sıra dışı hasta” tanımını kullanmak yanlış olmaz. Kırk dereceyi aşan ateşi, cihazın sinyalle uyaracak kadar yükselmiş şekerine rağmen kısa bir müdahaleden sonra “bu gece Kadir gecesi, benim Bedi’de olmam lazım” diyerek hastaneden tüm ısrarımıza rağmen, nazikçe cevaplarla ayrılması ve geceyi cemaatle beraber Bedi’de ihya etmesi maddî kıstaslarla ölçülmeyeceği aşikârdır.

MEHMED FEYZİ PAMUKÇU
Musa Özdağ (çocukluk ve gençliğini yanında geçiren, uzun yıllar hizmetinde bulunan zat)
İnsanın Cenab-ı Hakk’a kulluğunun esası ve her türlü ibadeti cami olan namaza ayrı bir önem verirlerdi. Namazlardan bahsederken adeta ağzından bal akardı. Kulluktan bahsederken ciddileşir, hal ve tavırlarıyla bunu belirtirdi. Biz de onun bu tavrından, kitaplardan elde edemeyeceğimiz bir ciddiyet dersi alırdık. Namaza alelade kalkmazlar, söz ve hareketleriyle bu ulu ibadete hazırlanırlardı.
Abdest alırken üstüne başka bir örtü örterlerdi. Abdestten sonra giydiği elbiseyi çıkarır, şalvarını giyer, sarığını başına koyar, sonra da cübbesini üzerine giyerdi. İnşirah Suresi’ni okuyarak saç ve sakalını tarar ve aynaya bakarak “Allâhümme kemâ hassente halkî, fe hassın hulukî” (Allah’ım yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir) duasını okurdu. Bazen namazdan önce güzel koku sürünürlerdi. Sonra seccade sererdi. Bu şekilde insan namaza konsantre olurdu. Bu arada kendine ait etkileyici sesiyle dualar okurdu.
Namazdan önce mutlaka ezan okurduk. Bazen kendileri okurlardı. Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin namaz kılacağı odayı gelin odası gibi süslediğinden bahsederlerdi. Namazdan önce odasını havalandırır, güzel kokularla tezyin eder, bir şölen havası içinde ibadete dururdu.
Namaz içinde okuduğu şeyleri genellikle duyardık. Ona has harfleri mahreçlerinden çıkaran, derunî ses tonuyla inleyişlerini duydukça ürperirdik. Namazdan sonra bize döndüğünde yüzündeki nur çok daha farklı olurdu. Hatta “Bazı zatların yüzündeki nurdan hangi namazı kıldığı bilinir” derdi. Beş vakit namazın ayrı ayrı nurlara sebep olduğunu dile getirirdi. (İhsan Atasoy, Bediüzzaman’ın Sır Kâtibi Mehmed Feyzi, s.244-245)

BEKİR BERK
Abdülhamid Oruç Anlatıyor:
Özellikle Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, onda küçük yaştan itibaren bir tutku hâline gelmişti. Küçükken annesi, kırk cuma Ayasofya’da namaz kılarsa oğlunun Hz. Hızır’la (a.s.) görüşeceğine inanarak her cuma Ayasofya’ya götürmüş. Ancak kırk cuma tamamlanmadan Ayasofya ibadete kapatılmıştı. Bunun üzerine ağlayan annesine, “Anne, ağlama, ben büyüyünce Ayasofya’yı açacağım!” diye söz vermişti. (İhsan Atasoy, Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk, s. 114)
1971’de sabah namazını kılarken tutuklanmıştı. Bunu haber alan annesi Fatma Hanım oğluna yazdığı mektupta, şöyle demişti:
“Namaz kılarken götürmüşler diye duyunca bilsen ne kadar sevindim! Zira ben seni bu ruhla büyütmüştüm. Allah’ın ipine yapışan necat bulur evlâdım. Demek kaderde bunlar da varmış. Ne yapalım? Allah elbette her şeyi iyi edecek. Sütüm sana helâl olsun! Çok şükür rahatsız değilim. Seni de merak etmiyorum. Çünkü ben seni Allah’a vermişim, Ona havale etmişim.” (İhsan Atasoy, Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk, s. 32)

Rahmi Erdem anlatıyor:
Otuz sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmış bir insandı. Beyni uyanıktı. İki üç saat uykuyla iktifa edebilen bir insandı.
Bir gün Malatya’dan İstanbul’a uçakla hareket etmek üzere iken, uçağa binmekte olan pilotlardan namaz için beş dakika izin istedi. Uçağın kanatlarının altında, yolcuların hayran bakışları arasında kıldığımız o akşam namazının tadını hiç unutamam! (İhsan Atasoy, Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk, s. 63-64)

Cemal Uşşak anlatıyor:
Londra’da tedavi gördüğü üç buçuk aylık dönemde çoğunlukla yanında bulunuyordum. Burada şahit olduğum çok şey var. Ama özellikle namaz hususunda gösterdiği hassasiyetini kaydetmek isterim.
Namaz vaktini belirlemek için kolunda bir saati vardı. Karşısında bir saati vardı. Yanında da takvim bulunduruyordu. Vakit girer girmez namaza duruyordu. Kanser teşhisi konulmadan önce 94 kilo iken, tedaviler sonunda 50, hatta 48 kiloya kadar düşmüştü. Sık sık bayılıyordu. Ayılınca tekrar abdest alıyordu. Bazen bir abdesti birkaç kez bayılarak aldığı oluyordu.
Biraz iyileştikten sonra ev ortamından sıkıldığı için dışarı çıkarıp gezdirmeye başlamıştık. Bir gün Prens Charles’ın malikânesinin yakınında bulunan bir parka gittik. Arabadan indikten sonra koluna girip yürütürken iki defa bayıldı. Piknik alanına sergimizi serip oturduk. O zaman meyve suyu ve çorba gibi sıvı içeceklerden başka bir şey yiyemiyordu.
Derken ikindi namazı vakti girdi. Hüseyin Çelik’e, “Kardeşim, bir ezan oku.” dedi. Hüseyin Bey de biraz kısık sesle okudu. Ne de olsa çevrede yabancılar vardı. Fakat bu, Bekir Ağabeyin hoşuna gitmedi. O baygınlık geçiren insan, birden beklenmedik şekilde ayağa kalktı, “Bu nasıl ezan okumak kardeşim! Londra semalarını neden ezan-ı Muhammedî sesinden mahrum ediyorsun?” dedi ve gür bir sesle herkesin dikkatli bakışları altında ezan okudu. Bizimle beraber çevredekiler hayretle seyrettiler. Ardından cemaatle namaz kılıp tesbihat yaptık.
Bir defasında defalarca “Estağfirullah.” dedikten sonra “tahdis-i nimet” kabîlinden yaşadığı bir mazhariyeti anlatmıştı.
Yine bir öğle namazı sırasında farzı kılarken ikinci rekâtta secdeden kalkmış, fakat vücudu ikinci bir secdeye gidemeyecek kadar bitkin bir hâl almıştı. Ne kadar hamle yaptıysa bir türlü secdeye gidemiyordu. O sırada şöyle dua etmiş:
“Ya Rab! Yoksa Bekir kulunu, kendine secde etmeye lâyık görmüyor musun?”
Ardından geri kalan secdelerini Kâbe’nin serin mermerleri üzerinde tamamlamış! (İhsan Atasoy, Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk, s. 303-304)

Refet Kavukçu anlatıyor:
Londra’dan hasta olarak İstanbul’a getirilmişti. Hastahanede ziyaretine gittim. Çok memnun oldu. Zayıf ve hâlsiz olduğu, hâlinden belliydi. Yatağına oturuyor, etrafını alan gönüldaşlarıyla sohbet ediyordu. Namaz vakti girmişti. Hazırlık için ayağa kalkması, abdest alması gerekiyordu. Bunu nasıl yapacak diye merak ediyordum! Çünkü kimsenin yardımını kabul etmiyordu.
Zorlukla da olsa yatağından indi. Bedenine takılı olan serum sehpasını eline aldı. Yürüyerek lâvaboya gitti, abdest alıp döndü. Seccadesini serdiler. Serum takılı sehpayı seccadenin yanına koydu ve namaza durdu.
Ayakta zorlukla duruyor ve sallanıyordu. Rükûunu secdesini titreyerek yapıyordu. İradî bir azim ve sabırla devam ederken bir-iki defa dizleri üzerine düştü. Yine kendi gayretiyle kalktı. Bu minval üzere namazını ikmal etti. (İhsan Atasoy, Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk, s. 150-151)

AHMED FEYZİ KUL
Fethullah Gülen Hocaefendi anlatıyor:
Ahmed Feyzi ağabey, ibadet ü taatte çok derin bir insandı, özellikle namazlarında çok hassastı. Diyebilirim ki o, namazı hakkıyla ikâme ettiğine şâhit olduğum bir iki insandan biriydi. Evet, namaz kılan çoktur ama onu, Kur’an’ın ifadesiyle ‘ikâme’ keyfiyetiyle eda etmek esastır. Hazret-i Üstad’ın namazındaki hâlini taklid eden büyükler görmüştüm; bazılarında taklide bağlı bir câ’lîlik, sun’îlik de hissetmiştim. Fakat Ahmed Feyzi Ağabey, çok gönülden ve ciddiydi namazlarında; içinden geldiği kadar namaza yumulurdu. Siz onu seyrederken, el bağlayışıyla Allah huzurunda bulunduğunun farkında olduğunu okurdunuz; rükûa gittiğinde Allah karşısında eğildiğinin haşyetini, ses ve sedasından duyardınız; secdede kulluk şuuruyla iki büklüm ve kıvrım kıvrım hâlini görürdünüz. Duaya daldığı zaman da şakır şakır gözyaşları akıttığını, darda kalmış bir insan edasıyla ellerini, ayaklarını hareket ettirerek “Ne olur Allah’ım!” dercesine yalvardığını ve içini döktüğünü müşahede ederdiniz. Şayet o anda sizi hakem tayin etselerdi, “Ya Rabbi, vallahi buna verilir, bunun istekleri yerine getirilir; ver Allah’ım isteklerini, yerine getir taleplerini!” derdiniz.
Hazret, çok tabiî ve kanaatkâr bir Hak eriydi. Sürekli hizmet peşinde koşturur, nerede istirahat edecek bir yer bulursa, yatak-döşek aramadan birazcık dinlenir ve sonra hemen kaldığı yerden işlerine devam ederdi. Tekellüfsüz bir insandı. (Ahmet Özer, Nur’un İlk Avukatı Ahmet Feyzi Kul)

SADULLAH NUTKU
Necmeddin Şahiner Anlatıyor:
Sadullah Nutku Ağabeyin uzun yıllar, vefat edinceye kadar saati üçe kurup her gece mutlaka 03’te kalktığı, Kur’ân ve Risale-i Nur okuduğunu, kazâ namazı, teheccüd namazı kıldığını, sabah namazı vakti girince câmiye gittiğini, namazdan sonra da ders yaptığını tespit etmiştik. Güneş iyice yükseldikten sonra bir müddet kaylûle uykusuna yatar, sonra günlük mesâisiyle meşgul olurdu. (Son Şahitler-5, s.104)
Elli iki yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemeye başlamış, çok büyük bir çalışma sonucunda üç yıl sonra, 55 yaşında Kur’ân-ı Mübin’i ezberleyerek hâfız olmuştu.
Ayrıca 30 yıllık kazâ namazlarını da gece gündüz kılarak iki senede kaza namazlarını iâde ederek kaza etmiştir. (Son Şahitler-5, s.108)

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.