Basîret Kör İse Göz Gerçekleri Göremez | Mehmet Ali Şengül
Ölümle sona erecek bir hayat yaşıyoruz. Buna rağmen insan, kendini emniyete alabilmek, ayrılmak istemediği dünyâda daha fazla kalabilmek, konforlu rahat bir hayâta kavuşabilmek için her türlü çâreyi düşünebiliyor.
Halbûki insanın ideali, ömrünün uzun olmasından daha ziyâde, yedi veren başak gibi, ömrünü âhiret hayâtı hakkında en verimli hâle getirmek olmalıdır. Onun için mü’min dâvâsının derdiyle yanmalı, ihlâs, vefâ, sadâkat ve adanmışlık ruhuyla örnek bir mü’min olabilme gayreti içinde bulunmalıdır.
İnsan, şakası olmayan ciddi bir âleme süratle gittiği halde, mutlakâ gitmek zorunda kaldığı ebedler âlemi için hazırlık yapmayı çoğu zaman ihmâl edebiliyor. Böylesine dönüşü olmayan bir yolun yolcusu olarak, ölümsüz ve ebedî âleme doğru gittiğinin, çoğu zaman farkına varamıyor.
İnsanın dünyâya geliş gâyesi; -fizikî ve ruhî yapısı, duygu ve düşünceleri, antika değeri taşıyan mükemmel iç ve dış organlarıyla- herşeyi emrimize musahhar kılan Rabbül âlemin olan Allah’ı hoşnut etmek ve ebedî hayâtı kazanabilmek içindir. Zirâ, insan gâyesiyle insandır, idealiyle büyüktür.
Bir gün, dünyâ ile ilgili herşey ölümle sona erecek ve neticede insan kabire yalnız girecektir. Buna rağmen dünya câzibesi, insanı çoğu zaman esir almakta, gerçek hayâta karşı gözlerini kör, kulaklarını sağır etmektedir.
İnsanlar, bir asker gibi bu dünyâya tâlim ve terbiye görmeye, bir talebe gibi ders çalışmaya ve ilim öğrenmeye gönderildiler. Allah (cc) insanı, akıl ve irâde sâhibi olarak mahlukâtın en şereflisi hâline getirmiş; fakat, irâdesini elinden almamıştır.
İnsanlar, şu misâfir oldukları fâni dünyâdan zerre kadar hayır ve şerrin hesabını vermek üzere, Âdil-i Mutlak olan Allah huzuruna çıkarılacaklardır. Neticede, kendilerini yoktan var eden hâkimler Hâkimi Allah huzûruna giderken; ya îman ederek, ya inkâr ederek veyâ nifak içinde gideceklerdir.
İman edenler;
“O müttakîler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle îfâ ederler. Kendilerine ihsân ettiğimiz nimetlerden infâk ederler.”
“Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik ederler. Âhirete de kesin olarak onlar inanırlar.” (Bakara sûresi, 3-4)
“Îman edip güzel ve makbul işler yapanları, Cennetin yüksek köşklerine yerleştireceğiz. İçinden ırmaklar akan o Cennetlere, onlar devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İyi iş yapanların mükâfatları ne güzel!” (Ankebût suresi, 58)
İnkâr edenler;
“İnkâra saplananları ise, ister uyar ister uyarma onlar için birdir, îmâna gelmezler.”
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır.” (Bakara suresi, 6-7)
“Onların sözlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkar etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve (peygambere), ‘Bizim kalblerimiz perdelidir’ demeleri, onların lânetlenmesine vesîle olmuştur. Doğrusu Allah onların kalblerine küfürlerinden ötürü mühür vurmuştur. Pek azı müstesnâ onlar îmâna gelmezler. (Nisâ suresi,155)
“O (Allah), gözlerin hâin bakışını ve kalplerin sakladığı bütün şeyleri dahi bilir.” (Mü’min suresi, 19)
“İnkârınız sebebiyle bugün oraya girin.”
“Bugün mühür vuracağız ağızlarına, elleri, ayakları Bize söyler, şâhitlik ederler kendi yaptıklarına.”
“Eğer dileseydik gözlerini dümdüz, silme kör ederdik, o zaman yola dökülüp dururlardı. Fakat o takdirde nasıl görebilirlerdi?” (Yasin suresi, 64-65-66)
Nifak ehli de;
“Öyle insanlar da vardır ki ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; Oysa îman etmemişlerdir.”
“Akılları sıra Allah’ı ve îman edenleri aldatmayı kurarlar. Kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkında değiller.”
“Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da ilerletti. Bu yalancılıkları, bu samîmiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gâyet acı bir cezâ vardır.”
“Ne zaman onlara: ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’ denilse, ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler.”
“Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin şuurları yok, farkında değiller.”
“Ne zaman onlara: ‘Şu güzel insanların îman ettiği gibi siz de îman edin’ denilse, ‘Yâni o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?’ derler. Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değiller.”
“Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit, ‘Biz de mü’miniz’ derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da; ‘Emîn olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz’ derler.” (Bakara suresi, 8-9-10-11-12-13-14)
Buna rağmen merhameti sonsuz Rabbimiz, insanın irâdesini yanlış yerde kullanmaması, yaratılış gâyesi istikâmetinde hayâtını sürdürebilmesi için; Peygamberleri ve husûsiyle en son hâtem-ün Nebî olarak Efendimiz’i (sav), Efendimiz vâsıtasıyla İslâm dînini ve Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ı göndererek, insanların dünyâ ve âhiret saâdeti ve huzûrunu elde etmelerine rehberlik etmiştir.
Cenâb-ı Hak Leyl suresi 12.ayette, “Doğru yolu göstermek elbette Bizim işimizdir.” buyurmaktadır.
Buna rağmen, şu fâni âlemde zerrât-ı Kâinat adedince O’nun varlığını haykıran deliller ve hakîkatleri ifâde eden binlerce, milyonlarca rehberler olmasına rağmen; milyarlarca insan Allah’a baş kaldırıp isyân ediyor ve O’nu tanımıyorlar. Yakın olan dünyâyı görüp sımsıkı ona sarılırken, uzak gibi görünen âhireti, ebedî hayâtı göremiyorlar.
Yüce Allah Gâşiye sûresinde 17,18,19 ve 20.ayetlerde; “O kâfirler bakıp düşünmezler mi: (Meselâ) deve nasıl yaratılmış?”
“Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş?”
“Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler hâlinde dikilmiş.”
“Yeryüzü nasıl yayılıp hayâta elverişli kılınmış?” buyurarak, kâinat kitâbını Allah hesâbına okumaya insanların dikkatlerini celbetmiştir.
Cenâb-ı Hak Beled sûresinde de, “(İnsan) Kendisini gören olmadığını mı sanır? Biz ona görmesi için gözler, gönlüne tercüman olacak bir dil ve dudaklar, vermedik mi?”
“Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi?”
“Fakat o, sarp yokuşu aşmaya çalışmadı.”
“Böyle yaparak verilen nimetlerin şükrünü edâ etmedi.”
“Sarp yokuş, bilir misin nedir?” (7-8-9-10-11-12)
“Sarp yokuş; Gönülden iman edip, birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” Buyurmuştur. (Beled sûresi,17)
Kalp gözü kör ise, göz hakikatleri göremez. Bundan dolayı bakmak başka görmek başkadır. Demek ki, gözü gören ve bakan her insan, her şeyi göremiyor.
Çocukken bir hocamız cep saatini çıkardı, ‘Çocuklar saat kaç?’ diye bizlere gösterdi. Saate bakarak cevap verdik. Sonra saati cebine koydu ve tekrar sordu: ‘Saatin markası ne idi?’
Gözümüzle saate baktığımız halde, markayı göremedik, onun için de bu sorunun cevabını bilemedik. Çünkü, saate markayı öğrenmek niyetiyle bakmamıştık.
Hz.Üstâd Katre Risâlesinde; ‘Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır.
Şöyle ki; Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve O’nun hesâbına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab hesâbına bakmak hatâdır.’
‘Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnâdı gösterecek bir perde gibi olmalıdır.
Binâenaleyh, nîmete bakıldığı zaman Mün'im (nimeti veren), san'ata bakıldığı zaman Sâni (Sanatkâr), esbâba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.’
‘Ve kezâ, nazar ile niyet mâhiyet-i eşyâyı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibâdete çevirir, gösteriş için yapılan bir ibâdeti günaha kalb eder.
Maddîyâta esbab hesâbıyla bakılırsa cehâlettir. Allah hesâbıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir’ açıklamasında bulunmuştur. (Mesnevî-i Nuriye)
Allah (cc) gözleri, vücut sarayına bir pencere olarak en uygun yerine yerleştirmiştir. Bir de mâhiyetini çok kavrayamadığımız basîret denen kalp gözü yaratmıştır ki, kâinatta tecellî eden binbir esmâsını ve Kudret-i nâmütenâhi’yi, kalp gözüne pencere yaptığı gözleriyle görebilsin.
“(Habibim) Onların arasında sana bakanlar da var. Fakat gözleri görmeyenlere sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin, hele basîretleri de yoksa!” (Yunus suresi,43)
Cenâb-ı Hak Fâtır sûresinde; “Görenle görmeyen (âma) bir olmaz.”
“Karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak, dirilerle ölüler de bir olmaz! (müminlerle kâfirler de bir olmaz).”
“Allah, dilediği kimseye hakkı işittirir, Sen kabirde olanlara sesini elbette işittiremezsin.” (19,20,21,22) buyurmuştur.
Veysel Karânî’nin, ‘Allah’ım Sen benim Rabbim’sin, ben ise Senin âciz bir kulunum! Sen Hâlık ben mahlûkum... ’ veciz ifâdesinde beyân ettiği gibi;
Biz de, ‘Allah’ım! Sen sonsuz Kudret sâhibisin; bizler sıfırız, âciz ve zayıfız ve sana inanmakla varlığımızın farkında olan kullarız..’ demeliyiz. Zâten insanın yaratılış gâyesi de, Allah’ı tanımak ve tanıtmak değil midir?
Efendimiz (sav), ‘Ürpermeyen kalpten, faydasız ilimden, yaşarmayan gözden, doyma bilmeyen nefisten, kabul olunmayan duâdan Sana sığınırım Allah’ım!’ (Müslim) buyurduğu gibi biz de; Allah’ın baş döndürücü sistemi, sonsuz nîmetleri, ikram ve ihsanları karşısında aczimizi îtirâf edip gözyaşları dökerek, kapısında dilenciler olduğumuzu ve Efendimiz’in talep ettiği şeyleri istemek ve ifâde etmek zorundayız.
Mahşerin dehşetli ânında, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengamda, Cebrâil (as) elinde bir bardak su ile görünür. Efendimiz (sav) O’na, “Yâ Cibril! Bu nedir?” diye sorar. Cebrâil (as) şöyle cevap verir: “Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp döktükleri gözyaşlarıdır. Şu korkunç Cehennem kıvılcımlarını söndürecek tek şeydir”
Efendimiz (sav) Cibril (as)’dan aldığı bu cevâbı ashâbına anlatır ve sonra devâm eder, “İki göz Cehennemi görmez. Biri; Allah için ağlayan göz, diğeri de; Allah yolunda (maddî mânevî değerleri korumak için) uyanık olarak sabahlayan göz’dür’ Buyururlar. (Tirmizi)
Tevbe suresi 82.ayette Cenâb-ı Hak, “ Öyleyse (kullarım) kazandıkları günahların cezası olarak az gülsün, çok ağlasınlar!..” buyurmaktadır.
Bulutların gözyaşları olan yağmur ve kar taneleri, nebatât ve hayvanâtın, hususiyle insanların yüzünü güldürüp hüznünü, elemini, kederini giderdiği gibi; mü’minlerin de Allah için akıttıkları gözyaşları, ruh, kalp ve gönül dünyâlarını besler, rahatlatır, mutlu ve huzurlu hale gelmelerine vesile olur.
İnsan ya hüzünden veyâ sevinçten ağlar. İnsanın hüzünden ağlamasının çâresi sabırdır. Zirâ, sabır hüznün ilacıdır. Sevinçten ağlama ise, Allah’ın ikram ve ihsan ettiği lütuf ve nimetlerinden dolayıdır. Bu ağlama, gönülden Allah’a teşekkürün ifâdesidir ve şükürdür.
İster nîmetlere şükür olarak, isterse musîbetlere karşı sabrederek dökülen gözyaşları; dünyâ ve âhirette mutluluk ve saâdeti elde etmeye, Allah’ın rahmet ve mağfiretinden istifâde etmeye ve azâb-ı elimden kurtulmaya sebep olacaktır.
Mü’min, Kur’ân-ı Azimüşşân’ı sâdece okumak için değil; anlamak ve anlatabilmek, yaşamak ve yaşatabilmek , muhtevâ derinliğine erebilmek ve Rabbimizi hoşnut ve râzı edebilmek için okumalıdır.
“İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kâdirdir.” (Rûm suresi,50)
Ehl-i îman olarak, sözlerimiz ve davranışlarımızla Allah ve Resûlullah’ı hoşnut etmenin ve sevdirmenin derdi, çilesi ve ızdırabı ruhumuzu sarmışsa, her türlü sıkıntılardan, hüzünlerden kurtulmanın çözümü de var demektir.
Binâenaleyh, herkes kavga ve gürültüye aslâ fırsat vermeden sahip olunan imkanlar en iyi şekilde değerlendirmeli ve üzerine düşen vazifeleri ihmâl etmeden yerine getirmeye çalışmalıdır.
Bu Yayına Yorum Yapın