ALDATAN ALDANANDIR! – Naci Karadağ
Aldatmak… Tarihin en eski davranışlarının birincisi belki de. Ve aldatmak en büyük aldanış. Gidilen yol, alınan mesafe ne olursa olsun; istikametin kaderine bakıldığında çok net görülecektir ki, her kim sahtekârlığı bir yöntem ve tarz olarak belirliyorsa bilmeli ki, er ya da geç, kendisi gerçek aldananlardan olacak ve hüsranların en büyüğünü yaşayacaktır.
“Ey insanlar!.. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da Allah’ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın!” (KK/35-5)
Aldanmak kaybediş olabilir ama mutlak değildir bu kayıp, ne ki aldatan mutlak ziyandadır ve ebedi kaybedendir. Bu nedenle ilk aldatan İblis’in akıbeti bellidir. Bizler; ilk aldananların çocukları ise hayatı aldanmak ve aldatmak üzerine yaşıyoruz bir nevi.
Aslında mesele bir tercih meselesi; Aldatarak cehennemi garantilemektense, aldanarak cennetten (geçici de olsa) uzaklaşmak, sıkıntıya talip olmak çok daha insani ve tercih edilen olmalı.
Son dönemde bu kelimeyi tekrar çok duyar olduk. “Allah affetsin” tamlamasıyla ‘aldatıldığını’ söylüyor birileri. Gerçi toplumun bir kesimi ne denirse densin inanmaya hazır olduğu için, bu aldatılma bahsine de kendisine anlatına inanmaya çoktan razı.
Adım adım ve sabırla örülen duvar öylesine yükseltilip, demokratik toplumun nefes boruları öylesine özenle tıkandı ki, şimdi ortalıkta medya namına hiçbir şey yok. Geçen, saçı sakalına ak düşmüş, ömrünün ahir birkaç yılını dünyaya tercih etmiş havuz kalemşorlarından biri yarım ağızla ‘Tutuklanan yaşlı müminlere, başörtülülere üzülüyorum’ nev’inden bir şeyler yazacak oldu da, hemen hain sınıfına dâhil edileceğini fark etmiş olacak ki, yarım gün bile yazdıklarının ardında duramadı.
Mesele aldatan/aldatılan perspektifiyle baktığımızda tablo son derece net aslında.
Bugünlerde adam muamelesi gören soytarılarına önce şöyle şeyler yazdırdılar: “Tüm cemaatler ya biat edecek ya da yok edilecekler!”
Esasen bu bilinen bir şeydi ama kimse inanmak istemiyordu belki de. Aldatanlar, aldatacaklarını önce kısık seslerle birbirlerine söylemişlerdi. Örneğin, bir ziyaret sonrasında asansörden inerken yanındakine, “önce bunların hakkından gelmek lazım” demişti yaklaşık yirmi yıl önce. Bir süre sonra “bitirme planı”nın altından imzası çıkınca, yemin billahlar edip, safı oynamayı tercih etmişti. MGK’nın kendilerini bir tür kandırdığını ve aldattığını söyleyip inanmamızı istiyorlardı mesela.
Sonra bir büyükelçi toplantısında, “Tepemi attırmasınlar, bir hakim ve savcıyla hepsini terörist ilan ederim” dediği yankılanıyordu kulislerde ama arada kaynıyordu yine. Ve çok uzak geçmiş değil, henüz birkaç yıl önce şöyle denilecekti onbinlerin karşısında, hem de canlı yayında: “Erdoğan; gurbet hasrettir. Hasret bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz, gurbette olup, şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz” diye konuştu.”
Yıllar sonra bunun bir aldatma olduğunu en yakın danışmanı itiraf edecekti mesela. Gerçi kendisi “taktik” ve “siyasi deha” diyor bu aldatmaya ama ihtimal ki İblis de yaptığı entrikaları bu formla sunabiliyordu. Şu cümleler o danışmandan: “Şunu da ekleyelim: Recep Tayyip Erdoğan, merhum Necmettin Erbakan ve AK Parti’nin neş’et ettiği siyasi hareket Fethullah Gülen’i hiç sevmedi, hiç hazzetmedi ve hiç bir zaman da uyuşmadı. Tayyip Erdoğan, ne Fethullah’a ne de hareketine hiç bir zaman güvenmedi. Peki, 2012 Türkçe Olimpiyatları’nda sarf edilen “Bitsin bu hasret!” çağrısı neyin nesidir? Siz bakmayın tribünlerdeki on binlerce ahmağın bu çağrıyı ayakta alkışlamalarına… 2010 yılında başlayan çatışmayı görenler, bu çağrının zerre kadar muhabbet taşımadığını, bu çağrının Fethullah Gülen’i çok fena köşeye sıkıştırdığını ve çatışmayı daha da alevlendirdiğini, bu çağrının bir siyasi dehanın manevrası olduğunu bilirler.”
Aldatmanın bugünkü konjonktürel itirafı bu sanırım; “Siyasi dehanın manevrası…”
Böyle siyasi deha, üstelik manevra kabiliyeti tarihte çok az karakterde vardır, kabul etmek lazım!
Filmi biraz daha başa sarıyoruz…
Biat edilmediği görülünce, önce suç aranıyor cemaat içinde…
Tüm kurumların ve kişilerin peşine düşülüyor. Takibatlar yapılıyor, dinlemeler, baskınlar yapılıyor. Kurumlarda en ufak bir eksiklik, kusur, suç bulunamıyor kimi okulun kapı genişliği, kimi müessesenin duvarı, kimilerinin çöp sepetinin çapı filan bahane edilip kapatılmaya çalışılıyor…
Yapılan her türlü baskıya, zulme rağmen kurumlar dimdik ayakta. Çünkü hepsi başarılı ve Anadolu’nun gurur kaynağı. Üstelik hepsinin kaynağı da belli. Ne kara para aklamadan elde edilmiş, ne humusla filan. Anadolu insanının tertemiz emeğinin, terinin ürünü hepsi…
Bu daha da çıldırtıyor birilerini… Dış güç, üst akıl bilmem ne ile saçma sapan çuvallar açılıyor ve her şeyi doldurup cemaatle çalkalayıp kokteyl oluşturmayı deniyorlar. Dilipak denen kerameti kendinden menkul zat-ı muhterem (Ki kendisi şu anda Erdoğan’ın yarı resmi ordusu SADAT’ın başdanışmanlarındandır!) , hizmetin hem CIA, hem KGB, hem MOSSAD, hem MI5 ve bilumum istihbarat teşkilatlarıyla işbirliği içinde olduğunu yazacak kadar coşuyor. Aldatanın mantığa ihtiyacı yok nasılsa. Alıcısı da var. Üzeri çay lekeli Mason belgeleri mi ararsınız, Sümeyye’ye Suikast planları mı? Tekmili birden havuz medyasının 12 zeka yaşındaki seviyesine hitap eden çakma belgeleriyle servis ediliyor belli odaklardan.
Kriminalize edilmesi gerektiğine inanıyorlar, yoksa tutunacak dalı yok aldatanların. Aldananların hatası ise, kör topal da olsa ülkede hala hukuk var zannetmeleri… İngiltere’ye yollanan son belgede olduğu gibi uluslararası camia bunların ne mal olduğunu çok iyi biliyor.
Bu algıyı değiştirmek ülke içindeki yandaşı ikna etmek kadar kolay değil çünkü.
PKK ile deniyorlar sonra… Evlere şenlik itirafçı mektupları yayınlanıyor, kalaşnikofların yanına Hocaefendi’nin kitapları eklemleniyor, devletin ajansı da infaz timine dönüştüğü için yapıyor servisini. Akşamları maaşlı şebbihalar ekrana kurulup bunlar üzerine yorumlar yaparak şeytan inşa etme çabalarına girişiyorlar, iflahları kesiliyor ama netice alamıyorlar. Hikmet Çetinkaya gibi azılı hizmet düşmanı, Emin Çölaşan gibi 28 Şubat’ın sembol ismi bile yutmuyor bunları. İŞİD’le beraber deneniyor bu kokteyl sonra…
Yutanlar yok mu?
Var elbette…
Baskı akıl almaz boyutta. Fişleme, şantaj, montaj 28 Şubat’a rahmet okutturuyor. Bu arada Amerika’da bir yargıç çıkıyor ortaya ve uluslararası boyutunu ortaya seriyor ülkedeki durumun. Felakete doğru gittiklerini biliyorlar aldatanlar. Daha büyük aldatışa ihtiyaç var ve 15 Temmuz yetişiyor imdada. Milletin özgürlüğüne kasteden şerefsizlerin organize ettiği ve başarısız olmaya kurgulanmış çakma darbe girişimi fırsat oluyor birileri için.
Daha on dakika bile geçmeden iş cemaate fatura ediliyor. İki yıl önce ‘bu arkadaşlar ne istedi vermedik” dediği ‘arkadaşlar’ı, bir yıl sonra “paralel”e dönüşüyor aldatanın jargonunda. Bir yıl önce karşısına aldığı kendi maaşlı gazetecisine “çete” dedirtemediği için burnundan soluyan kişi herkese FETÖ dedirtmeyi başarıyor. Sonra kendi araştırma şirketlerine yaptırtıyorlar kamuoyu araştırmasını ve büyük bir zafer elde ettiklerini zevkle görüyorlar.
Hayatın büyük bir yalan üzerine kuranların iktidarı ne kadar sürer bilemiyoruz.
Aldananların razı olduğu bir ülkede köşebaşında durup, “durun hepiniz aldatılıyorsunuz” demenin anlamsızlığını gösterdi bize san beş yıl.
Dolayısıyla, bu ülkeye laf anlatmak pek mümkün değil artık.
Kaderin vereceği hükmü beklemekten başka da çare yok gibi görünüyor.
Finali belli aslında, bilinmeyen filmin ne zaman biteceği…
Başa dönecek olursak… Aldatmak geçici bir zaferin keyfini sürmektir. Ve aldanmak geçici sıkıntı, zulüm görmektir. Bazen aldanarak hak edersiniz başınıza gelenleri. Ama mutlak hakikat şudur ki, aldatanlar gerçek aldananlardır ve akıbetleri bellidir! Adetullah’tandır ve şaşmaz bu durum!
Kaynak: http://www.tr724.com/aldatan-aldanandir/
Bu Yayına Yorum Yapın