Yaşadıklarımız ilk travmamız mı? | Selahattin Sevi
Yaşadığımız travmatik deneyimler çok korkutucu, çok... Ama bir de o travmalara Arbus'un gözüyle bakın. Yaşadıklarımız ilk travmamız mı? Hepimiz dünyaya bir travma ile gelmedik mi?
Sanırım Türkiye dışında yaşamaya biraz alışabildim.
Türkçeden uzak kalmak ise o kadar kolay olmadı…
Sabah uyandığınızda yanınızda ‘günaydın’ diyecek birilerinin olması, bütün mahalle ile birlikte uyanıp henüz gün doğmadan mutfak penceresini açıp kahvaltı hazırlamak, ‘haydi çocuklar sofra hazır’ diye seslenmek güzel.
Anadilinde şarkı mırıldanmak, ıslık çalmak, hatta arada bir okkalı küfürler savurmak çok keyifli…
Ama, kapıya yıllardır gelen mavi logolu gazetenin gelmemesinin eksikliği tarif edilemez. Bir de İstiklal Caddesi boyunca uzanan ve sayıları her geçen gün azalan dükkanlarda yeni çıkan mürekkebi kurumamış kitapları eline alamamanın mahrumiyeti…
Belki de bu yüzden, parmaklarım akıllı telefonun parlak ekranı üzerinde gezinirken karşıma yeni bir kitap çıktığında hemen ‘fotoğrafı kaydet’ tuşuna basıyorum.
‘Memlekete’ giden gelen biri olduğunda da ‘ne istersin’ sorusunun cevabı belli.
Yine öyle oldu. Kurs arkadaşım, “Ucuz biletlere bakıyorum abi, bugün mü olur, yarın mı bilmiyorum. Türkiye’den bir isteğin var mı?” diye sorduğunda galeriyi açtım: İletişim’den Sebastian Haffner’in ‘Bir Alman’ın Hikayesi’ adlı anı kitabı ile Everest’ten çıkan ve Patricia Bosworth’un yazdığı Diane Arbus’un biyografisi diyebileceğimiz eserin adını yazıp eline tutuşturdum.
Arkadaşım Türkiye’den isteğimin ‘kitap’ olduğunu duyunca önce irkildi, “Aman abi ne yapıyorsun, yakacak mısın beni?” dedi: Bunun gümrüğü var, kontrolü var, kitap tehlikeli iş…
Ona ‘başını yakacak bir kitabı’ zaten sipariş etmeyeceğimi, sakıncalı kitapların yakıldığını, yazarlarının hapse atıldığını anlatmam kolay olmadı.
Avrupa’ya evlilik yoluyla gelen ve oturum alan genç sınıf arkadaşım Almanya’nın batısındaki bir şehirde bienalde kaidesine konan ve apar topar kaldırılan 4 metre boyundaki heykel haberini de derste, “Helal olsun, Tayyip büyük adam. Bak Almanlar o kadar uğraştı yıkmak için ama sonunda heykelini dikmek zorunda kaldılar” heyecanıyla verirmişti. Sempatik hocamız hem şaşırmış, hem de B-1 seviyesine yükseltmeye çalıştığı Almanca ile ‘o işin öyle olmadığını’ izaha çalışmıştı.
Teneffüste, “Kendi genç ömrünü düşün, annenin ve babanın hayatını düşün, Türkiye’deki hiçbir siyasi gelişme ile ilgin olmadığın halde hiç bu kadar korkmuş muydun?” diye sordum.
Bilmiyorum neden, bir ima sezdi bu söylediğimde. Cevap vermedi.
Bugün çok heyecanlıyım. Bakalım Türkiye’den gelen genç arkadaşım içindeki korkuyu yenip benim özlemle beklediğim kitapları getirebilecek mi?
Çaresiz Pazartesi’yi bekleyeceğim.
Ama okumaya Diane Arbus’tan başlayacağım…
1971 yılında, 48 yaşında aşırı dozda hap alarak ve bileklerini keserek intihar eden Diane Arbus sadece sıra dışı yaşamıyla değil, başka insanların ‘ucube’ olarak gördüğü insanları fotoğraflarına ‘obje’ olarak kullanmasıyla da adını duyurmuştu.
1923 yılında varlıklı bir Rus göçmeni Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti Arbus. Annesi ise Fifth Avenue’da Russek Kürk Dükkanı’nın sahibiydi ve hiç yokluk görmedi.
Benim için onu değerli kılan ve fotoğraflarının arkasındaki gizemli dünyanın kapısını aralamak için heyecanlandıran, başkalarının ‘hilkat garibesi’ deyip geçtiği insanları kadrajına almasıydı.
Cüceler, devler, travestiler, fahişeler gibi toplumun marjinal kesimlerine yönelmesi onu çağdaşlarından ayırıyordu.
İşte o Arbus’un, kendi döneminde ve sonrasında hemen bütün fotoğrafçıları derinden etkileyen sanatçının hayatını anlatan kitap, bugün ‘hilkat garibesi’ bir Ortadoğu yönetiminde ‘sakıncalı’ kitap olabilir miydi?
Sonra düşündüm… Gerçek bir ‘New Yorker’ olarak yalnızların fotoğrafını çeken Diane Arbus yaşasa ‘güzel ve yalnız ülkem’in garipliklerinin fotoğrafını da çeker miydi?
Umarım kitap gelecek…
Ama kim bilir, belki kitap gelene güneşli bir ‘Schönes Wochenende’de Nicole Kidman’ın sanatçıyı canlandırdığı Fur (Kürk) filmini izlerim bir kez daha.
Belki de, “Ailemin serveti bana hep bir kusur gibi göründü, bundan utandım. Hayatım Transilvanya civarında garip bir Avrupa ülkesinin film setini andıran ortamındaki yapayalnız bir prensesinkini andırıyordu,” diyen Diane Arbus’la, ‘ejder meyveli smoothie, zencefilli somonlu suşi’… gibi görece zenginliklerdeki kusurlar arasında paralellikler kurabilirim.
Arbus bütün hayatını tehlikeli bir maceraya atılır gibi yaşamıştı.
Sıradan hayatımızın karşımıza hangi riskleri çıkardığını görünce şaşırmamak ve ona katılmamak elde değil.
Öyle diyor Arbus: “Hepimiz günün birinde travmatik bir deneyim yaşayacağımızdan korkarız. Benim ‘hilkat garibelerim’se dünyaya zaten bir travmayla gelmiş, yani hayat imtihanından geçmiştir. O yüzden hepsi birer aristokrattır.”
Yaşadığımız travmatik deneyimler çok korkutucu, çok…
Ama bir de o travmalara Arbus’un gözüyle bakın.
Yaşadıklarımız ilk travmamız mı?
Hepimiz dünyaya bir travma ile gelmedik mi?
KAYNAK: https://kronos7.news/tr/ucube-hayatlar-siradan-korkular/
Bu Yayına Yorum Yapın