Sosyolojik İslam ve reform | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Son yazımda (Toplum Seyisliği – 2 Eylül 2018) kullandığım bazı kavramlar önermelere çeşitli tepkiler aldım. Yazının anafikri eleştirilmese de, İslam kültüründe iktidarda kalmak için kullanılan stratejilere ilişkin bazı tespitlerimi eleştirenler oldu. Bu konuya devam etmek bazı anlaşılmadığını düşündüğüm noktalara açıklık getirmek istiyorum.
Her şeyden önce “İslam” ve “İslami” derken, her zaman sosyolojik bir bağlamdan hareket ettiğimi belirtmekle başlayayım. Yani teolojik bağlam beni daha az ilgilendiriyor açıkçası. Öbür dünya boyutu belki teolojinin sahasıdır, ama bu dünyaya ilişkin sorunlar toplumsal sorunlardır ve sosyolojinin alanına girer. Elbette bağlantılı olarak politika ve ekonominin alanlarına da. Asıl olan her zaman sosyolojik olandır. Gözleyebildiğimiz, deneyimleyebildiğimiz, yaşanılan, var olan, nasılsa o olan sosyolojik gerçeklik, toplumsal, politik ve ekonomik bağlamlarda ele alınırken elle tutulur, gözle görülür bir hakiki dünyadır söz konusu olan. Teolojik alandan çok farklıdır bu dünya. İlahiyat, olması gerekenle ilgilenir. Bu konuda inanılmaz farklı yorumlar ve yaklaşımlar var İslam’da. Dahası, İslam’da örneğin Katolik Hristiyanlık’ta olduğu gibi herkes tarafından otoritesi kabul edilen hiyerarşik bir kurumsal örgütlenme (Kilise) de yok. Bu nedenle, fıkıh konusundaki çok sayıda farklı yorum ve yaklaşım, birbiriyle çelişkili anlayış ve “olması gereken” ideal İslam var. İslam bu bağlamda tekil değil, çoğul bir din. Üzgünüm birinin bu gerçeği sosyal bilimcilerin gördüğü ve anladığı gibi ortaya koyup okurları bilgilendirmesi lazım. Boyumu aşıp da ilahiyatçıların alanına (teolojik tartışmalara) girmeksizin, sosyolojik anlamda “olan İslam’dan veya İslamlardan”, yani İslam olarak kabul edilen pratiklerden hareketle günümüz Türkiye’sini, Ortadoğu’sunu ve Müslümanların yaşadığı toplum ve coğrafyaları anlamaya çalışabileceğimizi düşünüyorum. Başka da bir yolu yok zaten. Ancak olan gerçekliği bilimsel metotlarla inceleyebiliriz. Her hoşumuza gitmeyen (ama var olan!) gerçekliği “ama bu gerçek İslam değil!” diyerek görmezden gelemeyiz. Teolojik idealizmle, sosyolojik gerçekliği yokmuş gibi kabul etme stratejisine veya kaçışına başvurmak, başını kuma gömerek kendini gizlemeye çalışan devekuşunun yaptığı davranış kadar irrasyonel çünkü. Dinler, sadece yazılı olan (vahiyle veya diğer kanallarla elde edilen) bilgilerden ibaret, kuramsal normlar bütünü değil. Olması gereken idealler bütünü – dini normlar – belki bireysel düzlemde bu şekilde ele alınabilir. Ama sosyolojik olarak böyle ele alınamaz. Bunu tespit ederek konuya girelim.
Şöyle genişletmeye çalışayım: herhangi bir “Müslüman’ın” yaptığı bir yanlışı tüm Müslümanlara genellemek ve bunu “İslam’a mal etmek” kabul edilemez. Ama yaygın olarak yapılan davranışlar, kimi İslami teoloji yorumları veya fıkıh görüşlerine göre yanlış da kabul edilse, diğer bazı İslami teoloji yorumları veya fıkıh görüşlerine göre doğru kabul ediliyor ve bundan da önemlisi, Müslümanların büyük bir çoğunluğu tarafından doğru kabul ediliyorsa, bu bir dine mal edilebilir. Din budur denilebilir. Ve eğer o ortadaki “din” ve onun genel kabul gören reel (olan) kültürü bazı istenmeyen durumları meşrulaştırıyorsa veya o istenmeyen durumlara neden olan toplumsal dinamikleri üretiyorsa, o sosyolojik dini ürün eleştirilebilir ve reforma tabi tutulabilir. Aksi halde, 1400 yıllık bir tarihte olan olumlu şeylerin yanında, gerçekleşmiş bulunan tüm olumsuzluklar da muhafaza edilmiş olur. Bu aklın ve mantığın kabul edebileceği bir şey mi?
Bireysel boyut ve sosyolojinin kapasitesi
Din, içinde inanılmaz sayıda gelenek, ritüel, davranış kalıbı, ahlaki değerler manzumeleri, hukuk ve sosyolojiye, hatta ekonomiye ilişkin önkabulleri olan çok güçlü bir sosyal mekanizmadır. Bu bağlamda din bir kurum ve interaktif bir sosyal gruptur. Bireylerin dini olduğu sürece, bireyler bir dinin “evrimsel gelişimine” etki eder. Bu bağlamda, salt din bireyleri dönüştürmez, bireyler de dini dönüştürür. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Yorumlar ve uygulanan yaşam pratiği, dini cemaatlere (toptan bir dinin mensuplarına da) etki eder. Dahası, bir dine ait olan grupların belirli konularda birbirlerinden farklı düşünmelerine ve dolayısıyla da “dinlerini birbirlerinden farklı algılamalarına ve yaşamalarına da” kapıyı aralar. Bugün İslam dünyasında birbirinden çok farklı yaşam biçimleri var. Bunların hepsini aynı potaya atıp, “bunların hepsi Müslüman” demek her ne kadar mümkün de olsa, aralarındaki farklılıkları görmezden gelerek, birbirinden farklı dinsel evrimlerin gerçekleşmekte olduğunu görmemek de o kadar imkânsızdır. Bu farklılıkların bugün sadece kuramsal boyutta veya bireysel düzlemde kaldığını (veya çok mikro grupları oluşturmaları bağlamında) önemsiz olduğunu ileri sürenler olabilecek olsa da, kimse bu tür farklılıkların uzun bir süre sonra nasıl ayrışmalara yol açabileceğini öngöremez. Yani, bugün çok önemsiz olarak görülen bazı fıkıh yorumları veya İslami yaşam biçimleri, yarın daha etkili olabilir, hatta ana akım dini oluşturabilir. İşte bu nedenle, tek bir İslam’dan hareket etmek, sosyolojik anlamda mümkün değildir. Esasında en ufak nüanslar da hesaba katılabilecek olsaydı, Müslümanların toplam sayısı kadar fazla İslam’dan söz edebilirdik. Fakat bireysel boyut, sosyolojinin kapasitesini çok aşar. Sosyoloji, en azından grupsal değeri olan farklılıklarla ilgilenir.
El Kaide İslam dünyasında ortaya çıktı!
Müslümanların çoğu için örneğin El Kaide gibi bir oluşum “gerçek İslam” değildir. Oysa bu “devekuşu” tavrıdır. Çünkü bu yorum, El Kaide’nin İslam dünyasında ortaya çıktığını gerçeğini değiştirmemektedir. IŞİD’in yaptığı barbarlıkları da aynı şekilde “gerçek İslam bu değil” diye geçiştiren bir ana akım var bugün. İslam ülkelerinin bilim ve teknoloji üretememesi, bireysel özgürlükler bakımından İslam dünyasının tüm ülkeleri içinde bir tane bile olumlu örnek olmaması (bir zamanlar Türkiye vardı, ama artık durum maalesef malumunuz!), basın özgürlüğünden kadın haklarına, okuma yazma oranlarından temel tıbbı gereksinmelerin karşılanmasına, dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasından çevresel koşullara kadar, sayabileceğiniz tüm alanlarda İslam ülkeleri neden hep en sonlarda? Yoksa bu tür karşılaştırmalı analizlerde din ve onunla bağlantılı kültür gibi değişkenleri hesaba katmayalım mı? Bu bizi ilgilendiren bir şey değil mi? Boko Haram veya Taliban, Baas tipi diktatörlükler veya otoriteryan rejimler, kadınlara yönelik insanlık dışı ayrımcılıklar, poligamiden pedofiliye sapkınlık ve sapıklıklar, şiddet ve vandallık, hep ortaya çıktığı kültürel ortamdan bağımsız olarak mı ele alınacak? Elbette bu habis durumların tek sebebi sosyolojik bağlamdaki yaşanmakta olan İslam değildir, ama bu reel (var olan) dini yapıların toplumsal ve kültürel etkilerinin rolü hiç mi yoktur bu ortaya çıkan habis durumlarda? El Kaide İslam ülkelerini ve Müslümanları hedef alan bir Hristiyan yapılanma olsaydı, Müslümanlar yine de bu habis yapılanmanın Hristiyanlık’la alakalı dinamiklerini sorgulamayacaklar mıydı? Dürüst olalım, bu sorunun yanıtını biliyoruz!
Birçok şeyin İslami veya gayrı-İslami olup olmadığı konusunda İslam dünyasında çok farklı yorumlar bulunmaktadır. Çoğu zaman bu yorumlar birbiriyle taban tabana zıtlıklar içeriyor. Bu tür tartışmaları sadece birincil kaynağa başvurarak veya peygamberin ve çağdaşlarının uygulamalarına bakarak gideremiyor İslam dünyası! Bunu yapacak bir dini otorite de yok, hiyerarşik bir kurum da! Bu çok seslilik devam ettikçe, İslam’ın çoğulcu (plural) yapısı da devam edecek. Doğrusunu isterseniz, bu esasında tüm dinler için de aşağı yukarı geçerli bir durum. Yine de, neyin absorbe edileceği, neyin reddedileceği konusunda asgari müştereklerde ortak tutumlara ve stratejilere ihtiyaç var. Yaşanan sıkıntıların ve ilkelliklerin dini pratikten ve sosyolojik dinden ayıklanması için gereken reformların gerçekleşmemesi halinde, bu habis yapılar sosyal eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri, cinsiyetler arası ayırımcılığı, bilim ve teknikten yabancılaşmayı, eğitim alanındaki geriliği, sosyo-ekonomik geri kalmışlığı, insan hakları ve özgürlükler sıralamasındaki korkunç tabloyu vs. tetiklemeye devam edecek.
Rahatsız eden sorulardan kaçarak nereye kadar devam edebiliriz!
Bugün neden Türkiye’den kaçmak zorunda kalan insanların tümü Batı ülkelerine kaçıyor? İslam dünyasında tek bir “özgürlükler adası” bile olmamasının nedenini sorgulamayacak mıyız? Bizi rahatsız eden sorulardan kaçarak nereye kadar devam edebiliriz! İşimize gelmeyen soruları başımızı kuma gömerek ortadan kaldırdığımızı düşünmek ne kadar akılcı ve mantıklı bir tutum? İslami aydınlanma döneminin neden bittiği, neden yüz yıllardır bir “Ortaçağ yaşandığı”, neden “cadı avları” ve ötekileştirmelerin, iç savaşların, aydınlık düşmanlığının, bağnazlık ve yobazlığın, ilkel pratikler ve mitlerin İslam dünyasını ve İslami toplumları esir aldığını sormayalım mı? Bu soruları hep “bunların İslam’la ne ilgisi var!” diyerek geçiştirelim mi? Türkiye de dâhil olmak üzere, tüm İslam toplumlarında çok ama çok yaygın olan kötü yönetim, despotizm, ağır insan hak ve özgürlükleri ihlalleri, azınlık haklarındaki felaket durum, “ötekine” ilişkin duruş, diğer din mensuplarının durumları, kadına ve kadın sorunlarına ilişkin tutum, hatta farklı yaşam biçimlerini seçen insanlara yönelik benimsenen pozisyonlar gibi sorunları es mi geçelim? İslam, Müslümanların yaşamakta olduğu bir şeydir. Teolojik olanın değer ve önemi, normatif bir sorundur. Fakat yaşanan İslam’ın sosyolojik sahası, olumlu ve olumsuz ürünleriyle beraber kendisini Müslüman kabul edenlerin bireysel ve grupsal boyutlarda hesaplaşmaları gereken bir şeydir. Bunu yapmamak, dinin kutsallığına esas kalıcı zararı vermektedir, vermeye de devam edecektir. “Gerçek İslam bu değil!” bir savunma değil, biz acizlik ifadesi aslında! ” Reforma ihtiyaç yok, böyle devam etsin” tutumu devam edebilir diye düşünenler varsa, diyecek bir şeyim yok! Bir şeyleri değiştirmek gerektiğini düşünenler için yazdım bu yazıyı. Yalnız değiller. Fakat cesarete ihtiyaçları var. Reformun ihtiyaç duyduğu şey cesarettir. Luther’in araladığı pencereden giren ışık, Ortaçağ’ı bitirdi ve aydınlanma, Rönesans, teritoryal devlet, sanayi devrimi ve bilimsel devrimi tetikledi. Bugün Müslümanların kendi ülkelerinden ve toplumlarından kaçıp sığındıkları Batı ülkeleri, bu sayede bugünkü seviyelerine ulaştılar. Özeleştiri yapmak ve silkinerek arınmak, patolojik olguların nedeni olan dokuları ayıklamak ve ileriye bakmak gerekiyor. İslam dünyası sosyolojisini elden geçirip toparlamadan ve insani gelişmişlik seviyesini yükseltmeden İslam’ın teolojisi bu dünyayı yaşanılır kılamaz çünkü.
Kaynak: http://www.tr724.com/sosyolojik-islam-ve-reform/
Bu Yayına Yorum Yapın