Akademisyenler hangi Türkiye’ye dönsün! - Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman




Akademisyenler “gelin” denince bir ülkeye gitmez. Beyin göçü başladı mı, bunun son durak olduğu bilinmelidir, çünkü böyle kararlar kolay alınmaz. Oksijenin bittiği yerde yaşanılması olanaksızdır. Özgürlüğün olmadığı yerde de bilim yapılması! Filmden bahsetmiyorum elbette! Gerçek, özgür düşünceden bahsediyorum; eleştirel, sorgulayan, özgürleştirici düşünceden. O kadar çok örneği var ki bunun, saymakla bitmez. Ama gelin ben size bir örnek vereyim, kendimden, kendi yaşadıklarımdan. Çok özet, oldukça kısa – bir gazete makalesi için uzunca olsa da; affınıza sığınarak!
Çocukluğumdan beri eline ne geçirse okuyan bir çocuktum. Şanslıydım da aslında, çünkü babamın harika bir kütüphanesi vardı. Dünya ve Türk klasikleri, denemeler, dosyalanmış – bazısı daktilo ile yazılmış – yüzlerce tiyatro oyunu, ansiklopediler ve sözlükler, siyasi kitaplar, şiir kitapları, antolojiler, öyküler, felsefi kitaplar. Babamla annemin boşanmalarının ardından babaannemle dedemlerin evine taşınmıştık. Ben galiba üç buçuk ya da dört yaşlarındaydım. Babaannemle dedemin Erenköy’deki evinde de oldukça iyi sayılabilecek bir kütüphane vardı. Dedem tarihe çok düşkündü ve coğrafya aşığı bir insandı. Babamın kütüphanesiyle birleşince, adeta bir semt kütüphanesi kadar kitapla dolu bu evde, kitap okumamak sanırım olanaksızdı. 12 Eylül’de babamın siyasi kitapları çatı arasına taşınırken, kitabın ve kitap okumanın Türkiye’de bazen çok tehlikeli bir şey olduğunu öğrenecektim. Babamın tüm sol-politik kitapları ve Nazım Hikmet külliyatı, karton kutular arasında, eski halıların ve abajurların, vazo ve sandıkların, tahta bavullarla naftalin kokulu eski “babaanne esvaplarının” arasına gizlenen bu kitaplar, yeniden gün yüzüne çıktıklarında, ben artık onları anlayacak ve okuyacak yaşa gelmiş olacaktım. Evdeki Kuran’ın yanında duran Tevrat’ın, kütüphanedeki yeni çeviri İncil’in, 1930’lu yıllardan kalma saman kâğıt baskı Nutuk’un, Fabl kitapları ve polisiye romanların, Dormen Tiyatrosu dergileriyle Kent Oyuncuları’nın basılmış broşürlerinin, Hayat Ansiklopedisi’yle Larousse ciltlerinin (ciltlerden biri eksikti nedense), dedemin Akbaba Dergisi koleksiyonunun ve diğer binlerce kitabın arasına itinayla gizlenen bu siyasi kitaplar, sonra düzenlenecekti yeniden. Siyasi durum elvermemeye başladıkça, babam da kitaplarını yeniden düzenleyecekti. İşte büyürken bunlar oluyordu. Bir taraftan da Yeditepe Oyuncuları’nı kuran babam, Füsun (Önal) abla ile beraber Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde Kelebekler Özgürdür’ü oynuyordu, kapılar-bacalar kırılıyor, ilk Avni Dilligil ödülü, hem de tüm oyuna veriliyordu! Melodisi aklımda (bu güne mesaj adeta): “İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür!”.
Saklanan yasaklı kitaplar, yaşanan bir darbe, CHP’li bir memur ailesi, o aileden çıkan, hukuk okuyup sonrasında tiyatroya gönül kaptıran asi bir baba, Milliyet Çocuk dergisi, çizgi roman dönemi, ansiklopedi okuma dönemi, arada bir yaz boyunca peder beye yazarken eşlik ettiğim Rüyaların En Güzeli adlı çocuk oyunu… Her sabah uyanınca babamın kahve ve sigarasının kokusu ve 1970’lerden kalma bir Sony müzik setinin radyosunda dinlenen klasik müzik veya jazz ile arada babaannemin dinlediği Türk Sanat Musikisi ile dolu sabahlar. Jandarmanın ve polisin bol olduğu, hatta darbe dönemi Akbank önünde makineli tüfeği ile nöbet tutan jandarma er Deniz Ağabey ile arsada futbol oynamalar falan. Gök gözlü bu er, uzun yıllar benim için tüm ordunun mertliğini ve iyiliğini temsil eden kişi olmuştur. İşte bu enstantanelerini kısaca anlattığım çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinden bu günlere, en büyük sorunu özgürlük oldu Anadolu topraklarının. Özgürlük!
1991 yılında, 19 yaşımı bitirmeden gittim Almanya’ya. Annemin Alman vatandaşı olması ve onunla beraber olmak da çok önemli bir motifti benim için, kabul ediyorum. Ama esas neden, bir gün geriye, Türkiye’ye dönüp, vatana hizmet etmekti. İdealist birçoğumuz gibi, ülkemin aydınlık geleceğine inanıyordum. Yürekten sevdiğim ülkeme iyi bir eğitim alarak dönmek ve akademide iyi bir araştırmacı ve hoca olmak istiyordum. Babam benim yoluma hiç müdahale etmemiştir! Asla desteğini azaltmamış, daima bana güvenmiştir. Elbette benim de aktör olmamı istedi. Ama hiç ısrarcı olmadı, akademiye yönelmeme. Esasında uzun yıllar dayımı örnek aldığımı düşünmüştüm. Annemin ağabeyi, tek dayım, profesördü. Bilge (Şen) teyzemin ilk eşi Aligül (Ayverdi) eniştem gibi, o da Teknik Üniversite kökenliydi. Aligül eniştemin babası da efsanevi sanat tarihçisi rahmetli profesör Ekrem Hakkı Ayverdi’ydi. Ailemin bu akademisyenlerini örnek aldım, evet. Fakat yıllar sonra, akademik kariyerde esas önemli olanın alınan bilimsel formasyon değil, edinilen bilgiyi iyiye ve olumluya kullanmak konusundataviz vermeyecek olan karakter olduğunu anlayacaktım. Ve o karakterin vücut bulmuş şekli babamdı. Hadi Çaman.
Beni yanında mı istemiyordu?
Almanya’dayken onunla epey mektuplaşmıştık. Bana mektuplarında hep aldığım kararın – Almanya’ya gitme – çok doğru olduğunu anlatıyordu. Kitaplarını çatı arasına saklamak mecburiyetinde kalan İstanbul Hukuk’ta eğitim almış, sonrasında da Türkiye’de ilk on en erkek iyi oyuncu rahat giren bir adamın, az gelişmiş ve en iyi ihtimalle yarı-özgür bir ülkede edindiği tecrübelerini oğluna yansıtmaya çalışması, yadırganmalı mıydı? Ben babamla hep tartıştım, ona hep meydan okudum. Hep onu kışkırttım, hep sınırlarını görmek istedim sabrının. Sınırları yoktu! Bana sinirlense de, asla sesini bile yükseltmeden sessiz sakin konuşur, en kızgın olduğum anlarda bile mantığına ve zekâsına hayran bırakırdı. Bu adamın benim Türkiye’ye dönmemi istememesinin anlamını çözemiyordum. Beni yanında mı istemiyordu? Yoksa ülkesine mi güvenmiyordu? Bu adam nasıl solcuydu? Kendini sanatına adamış, bu uğurda çok daha rahat edebileceği hukukçuluk varken, kıt-kanaat ve istikrarsız bir hayat olan tiyatroculuğu seçmiş, her daim solcu olmuş bu idealist kişi, nasıl olur da oğlunun kendi gibi idealist olmasını istemezdi?
“Bu adamlara güvenme, amaçları demokrasi değil çünkü!”
Lisans-yüksek lisans birleşik eğitimini Friedrich-Ebert Bursu kazanarak 6 yılda tamamladım. 2004 yılında doktoramı Bavyera Elit Bursu ile bitirdim. Bu burslar sayesinde babama yük olmasam da, o her zaman madden ve manen yanımda oldu. Birbirimizi 1991-2005 yılları arasında sadece yazları görebildik. Tam 15 yıl! Ne ben Türkiye’ye dönme sabit fikrimden vazgeçtim, ne de peder beni dönmemeye ikna etme çabasından. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle beraber, babamın ısrarları arttı. Peder Türkiye’de akademisyenlik yapılamayacağına inanıyordu. Özellikle insani bilimler ve sosyal bilimler için uygun bir özgürlük ortamı olmadığını söylüyordu. “Bu adamlara güvenme, amaçları demokrasi değil çünkü!” diyordu. Bense ona demokrasi kuramlarından, demokratikleşen Doğu Avrupa’dan, 1970’lerdeki, üçüncü dalgadan bahsediyor ve Türkiye’nin de tüm zorluklara karşın demokratikleşmekte olduğunu söylüyordum. 2005 senesine geldiğimizde, ben artık bir yıl da bir Alman üniversitesinde doktor öğretim görevlisi olarak da ders vermiş ve tecrübe kazanmış olmanın verdiği şevkle, iş başvuruları yapıyordum. Hiçbir torpil-tanıdık kullanmadan (kullanmak istesem pederin binlerce bağlantısı vardı, ama zaten ben istesem de bunları devreye sokmazdı – idealist!) Yıldız Teknik’te ve Kocaeli Üniversitesi’nde görüşmeye çağırıldım. Yıldız’daki çok iyi geçmesine karşın, orada olan sol grup beni çok sevmedi – bölümdeki o dönem Yardımcı Doçent olan dostum (Profesör) Mehmet Hacısalihoğlu’nun benim fikirlerimin bölüme çok fazla liberal geldiğini söylediğini hatırlıyorum. Evet, her ne kadar Almanya’da Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) üye olmuş, üniversitede de Genç Sosyalistler (SPD’nin gençlik kolu) grubuna meyilli, hatta SPD’ye yakın Ebert Vakfı’ndan burs kazanmış biri de olsam, bu formasyon Türkiye’deki kutuplaşmış üçüncü dünya tipi anti-demokratik Leninist sola uymuyordu. Tüm gruplar gibi, Türk solu da demokrasiyi sevmiyordu! İnsan haklarıyla sorunları vardı. Liberal demokrasiye “burjuva demokrasisi” diyen bu grup, esasında demokrasiye “gâvur icadı” diyen ve iktidara gelince “tramvaydan inmeyi” planlayan İslamcılarla ideolojik ruh ikiziydiler. Babam bunları elbette hayat tecrübesiyle benden çok daha iyi “hissediyordu”.
“Uyarmamış mıydım oğlum ben seni”
Kocaeli’nde göreve başladığımda, babamın düşüncelerinde değişim olmadı. Benimle gurur duyduğunu biliyordum. Bakışlarından anlıyordum. Ama benim Türkiye ortamında kaybolmamdan, sistemin beni harcamasından korkuyordu. 2007’de – babamın vefatından bir yıl önce – doçent olduğumda üniversite yönetiminin başörtüsüne özgürlük için imza vermemden dolayı bana kadro vermemesi ve benimle “uğraşmaya başlaması”, babama yansıtmaya çalışsam da, onun cin gibi zekâsıyla sezdiği ve bana bakışlarıyla adeta “uyarmamış mıydım oğlum ben seni” dediği dönemdi. Peder ölüm döşeğinde ALS ile savaşırken, Kocaeli Tıp Fakültesi yoğun bakımında kaldığı birkaç aylık süre içinde, babamı hastaneden atmakla tehdit eden dönemin rektörü Sezer Şener Komsuoğlu ve diğer şahsiyetsiz yöneticiler, yaptıkları alçaklıklarla “sol” cenahın benim gibileri üniversitede barındırmayacağını bana – ve yoğun bakımlık olmasına karşın kafası saat gibi çalışan pedere – çok net gösterdi. Pes etmedim tabi. Yalova’da yeni üniversite kuruluyordu. Bir başka meslektaşla beraber Yalova’ya geçmek durumunda kaldık. Kocaeli Üniversitesi’ndeki baskılardan kurtulmak ve unvanını aldığımız, ama kadrosuna (politik nedenlerden dolayı) atanmadığımız doçentliğimiz için başka yol görememiştim o zamanlar.
Babamın sesi hala kulaklarımdaydı: “Geri dönme olum!”
Bölünmüş parçalanmış, kutuplaşmış ve siyasileşmiş, iyi ile ve doğru ile bağlarını etik seviyede tümüyle koparmış bir akademiyada var olma savaşı veriyordum. İlla bir şeye doğru ya da yanlış demek için, o şeye neden olan kimmiş diye bakmak mı gerekiyordu? Türkiye’de evet, tam da bu gerekiyordu! Taraflara göre pozisyon alan akademisyenler üniversiteleri yönetiyordu. Genç akademisyenlerin üniversitelere alımından akademik yükseltmemelere, özlük haklarını ilgilendiren kadro açılımlarından ilanların formüle edilişine kadar herşey, taraflara göre belirleniyordu. Bitaraf olanın bertaraf edildiği çarklar işliyordu. Babamı 22 Eylül 2008 günü, tam 10 yıl önce kaybettik. Ama babamın sesi hala kulaklarımdaydı: “geri dönme olum!”. Geri dönmüştüm. Çünkü onun oğluydum. Biliyordum ki, her zaman ülkesinin ve insanının biraz daha aydınlanmasını isteyen, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar tiyatro götüren, asla kendi cebini değil, içeriği, sanatı, duyguyu, doğruyu, adaleti, hak ve hukuku haykıran bir babanın oğlunun idealist olmaması olanaksızdır! Savaştım, mücadele ettim. Asla bize çay getiren Pakize Hanım’a, fakültenin dekanına veya kıdemli bir profesörüne gösterdiğim saygıdan eksiğini göstermedim. Öğrencilerime haksızlık yapmadım, kendi kızıma ve oğluma hak gördüğüm muamele neyse, onu yapmaya çalıştım. Asistanlarımın elinden tuttum, onların kariyerlerine katkıda bulunmaya, önlerini açmaya çabaladım. Vicdanım çıkarlarımdan önde oldu. Gayrı Müslim bir asistan adayı, çalıştığım vakıf üniversitesinde “yanlış dininden dolayı” (!) en çok hak eden o olduğu halde mütevelli heyeti tarafından veto edilince, babamdan utandım, kendimden utandığımdan daha çok! Gezi olayları sırasında orantısız polis şiddetine sosyal medyada tepki gösterince, AKP’deki teşkilatlardan sorumlu genel başkan yardımcısı olan, danışmanlığını yaptığım Süleyman Soylu tarafından uyarıldım. Ders verdiğim AKP Siyaset Akademisi’nden atıldım. Üniversitemin rektörü utana-sıkıla sosyal medyada Gezi ile alakalı eleştirel paylaşımda bulunmam konusunda beni “uyardı” – çok nazikti, bu tehdit gerçekten babacan bir uyarı gibi yapıldı; düzgün bir adamdı rektör ve onun da benim gibi o yaşanan komedyadan rahatsız olduğunu sezmiştim. Neydi bu başımıza gelenler? Babamın haklı olduğunu anlamaya başladığım olaylardandı, Edgar’ın işe alınmaması ve Gezi’den dolayı rektörden “uyarı” almam.
Örnek bir fakülte oluşturabilirim hayali
O zamanlar atsan atılmaz satsan satılmaz diye ifade edilen kamu üniversitelerindeki profesör kadrosunun bana dokunulmazlık sağlayacağını, beni düşüncelerimi özgürce ifade etmem konusunda özgürleştireceğini düşünmüştüm. Türk-Alman Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi dekan vekilliğine atandığımda, sistemi içerden dönüştürmeye yönelik en ciddi fırsatın elime geçtiğine inanıyordum. Örnek bir fakülte oluşturabilirdim. Özgür bir akademik ortam, liyakat, saygı ve bilimsel merakın ödüllendirildiği bir sistem inşa edebilirdim. Hem Alman konsorsiyumunda, Almanya’nın en iyi bir düzine üniversitesi ile işbirliği yapacaktık. Eski Alman parlamento başkanı Prof. Dr. Rita Süssmuth da dâhil, birçok saygıdeğer akademisyen bu kuruldaydı. Fakat Türkiye’deki savrulma günden güne kendisini gösteriyordu. Alman tarafının çaresizlikle bu erozyonu üniversitede hissettirmemeye çalışmalarının da boşa çıktığını görmeye başlamıştım. Maalesef Almanlar, kendi menfaatleri ile Türkiye’nin menfaatleri arasında seçim yaparken, rasyonel olanı yapıyordu. Biz kendi göbeğimizi kesmeliydik. Kendi ülkemiz ve kendi halkımız için ülkemizin demokrasisi, anayasası, özgürlükleri için mücadele etmeliydik. Dekan vekili olarak, bulunduğum pozisyonun da “sistemi içeriden dönüştürmek için” yeterli olmadığını anlamam çok uzun sürmeyecekti. Merkeziyetçi bir ülkede otoriteryan bir rejim, hızla her yeri ahtapot gibi sararken, özgürce karar alma yetkisine sahip olmayı ummak çok ütopikti.
Kadıköy’den Bostancı’ya gitmek için bindiğim sarı dolmuşta Bahariye’de bir şetleri protesto etmekte olan silahsız, şiddete başvurmadan slogan atan sol görüşlü bir avuç gence yüzlerce polisin vahşice biber gazı ile saldırması esnasında yaşanan dram bardağı taşıran son damlaydı. Binlerce insanın çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek sokakta olduğu yoğun bir insan ve araç selinin arasında ortalık kimyasal gazla doldu. Dolmuşta bulunan minik çocuğun annesinin gözlerindeki dehşet ve çaresizliği hala net olarak görebiliyorum! Yaşlı bir teyzenin nasıl öğürdüğünü ve ağladığını da! O biber gazı saldırısının sonrasında birkaç hafta yoğun öksürük bana unutturmayacaktı yaşanan vahşiliği. 1 Ocak 2015 günü, eşim Marina ile beraber, ciddi konuşmaların yapıldığı ve ciddi kararların alındığı yeşil koltukta, bir karar aldık. Bu ortamda çocuklar büyümemeliydi. Bu ortamda gelecek karanlıktı. Sosyal bilimler okumamın belki de tek faydası, ülkede makaranın boşaldığını, serbest düşüşe geçildiğini zamanında telhis etmem oldu belki de. Dekan vekilliğinden istifa ettim, yurtdışında sabbatical (bir yıllık araştırma izni) olanaklarını araştırmaya başladım. 15 yıl Almanya’da bir gün bile ülkesine dönmemek aklından geçmemiş olan bir akademisyen, Türkiye’yi terke karar vermişti!
***
Hangi Türkiye’ye dönsünler onu açıklamadı
Türkiye’den beyin göçü başladı – yüz binler terk ediyor memleketi! Doktoralı, yayınları olan, deneyimli akademisyenler yanında, kariyerlerinin başında veya ortalarında olan genç akademisyenler de Türkiye’den göçmeye bakıyor. Tayyip Erdoğan akademisyenlere Türkiye’ye dönme çağrısı yaptı. Hangi Türkiye’ye dönsünler onu açıklamadı ama. 8000’e yakın akademisyenin KHK’lar veya başka anti demokratik oldu-bittilerle işten atıldığı, hain diye damgalandığı Türkiye’ye mi dönsünler? Karanlık tiplerin “kanlarında duş almak istediği” akademisyenlerin bizzat Erdoğan’ca “hain” olarak ilan edildikleri Türkiye’ye mi dönsünler? Okuldan çok hapishane yapımına önem veren bir rejimin olduğu ülkeye neden gelsin parlak beyinler? Yolsuzluğun ve ekonomik krizin kronikleştiği, tutuculuğun ve dogmanın çığ gibi büyüdüğü, evrensel olanın değil, nasyonalizmin ve radikal dinciğin gençleri devlet eliyle zehirlediği bir ülkede bilim insanları ne yapacak? Her hapishanenin bir fakülte kadrosu gibi “donanımlı akademisyenlerce doldurulduğu” bir yere kalkan “gece yarısı ekspresleri” müşteri bulur mu sanıyor diktatör? Yurtdışında yüksek eğitim görenlere “Batı tarafından kültürel bakımdan zehirlenenler” diye bakılan Türkiye’de IŞİD ve Nusra’cı radikallere “bizim çocuklar” diye göz kırpılan bir ortam bir tür “akademisyen safarisi” mi diye düşünüyor? Hani heyecan aranan, adrenalin salgılanan bir tür “bilim surviver’ı”! Mesela NASA’da çalışan bilim insanlarını içeri tıkan Türkiye’ye mi gelsinler? Freedom House ve birçok uluslararası standart tarafından düşünce ve basın özgürlüğü liginde son sıralarda olan Türkiye’ye mi?
Birileri ona keşke şunu anlatabilse: Akademisyenler “gelin” denince bir ülkeye gitmez. Belirli koşullar lazım, asgari koşullar; Türkiye’de artık olmayan koşullar! Beyin göçü başladı mı, bunun son durak olduğu bilinmelidir, çünkü böyle kararlar kolay alınmaz. Oksijenin bittiği yerde yaşanılması olanaksızdır. Özgürlüğün olmadığı yerde de bilim yapılması! Filmden bahsetmiyorum elbette! Gerçek, özgür düşünceden bahsediyorum; eleştirel, sorgulayan, özgürleştirici düşünceden. O kadar çok örneği var ki bunun, saymakla bitmez. Bu satırları yazan, 47 yaşında babasını artık daha iyi anlayan bir adam – ülkesinin tüm zorluklarına karşın, göçünün yine de “bayrak yarışının devamı olduğuna inanan”. O bayrağı alacak başkaları olacaktır, olmalıdır. Umarım bu söylediklerime, bir başka idealist genç benim yaşadığım hayal kırıklıklarını bizzat yaşayarak hak vermek durumunda kalmaz – en azından ileride! Döndüklerinde harakiri yapmamış olacakları asgarilikte bir ortam oluştuğunda en azından!  Umarım gelecekte özgürlükle bilimin bu savaşı kazandığını görür birileri. Ve mutlu olurlar. O gün gelirse eğer, emin olun babam ve ben de mutlu oluruz. Her ülkesini seven insanın olacağı gibi! Fakat şurası kesin, o gün bu gün değil. O gün çok ama çok uzak.

HUKUK DEVLETİNDEN “ALIVEREBİLEN DEVLETE” - 23 EYL 2018
REFORM - 20 EYL 2018
ŞANTİYEDEKİ FAŞİZM - 18 EYL 2018
VARLIK FONU - 15 EYL 2018
GAZETENİN İSMİ CUMHURİYET - 13 EYL 2018
ABD VE AB TÜRKİYE’Yİ NEDEN YALNIZ BIRAKTI? - 11 EYL 2018
SESSİZCE DİREN! - 08 EYL 2018
RUSYA VE TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKALARI | KARŞILAŞTIRMALI ANALİZ - 06 EYL 2018
SOSYOLOJİK İSLAM VE REFORM - 04 EYL 2018
TOPLUM SEYİSLİĞİ - 02 EYL 2018
Kaynak: http://www.tr724.com/akademisyenler-hangi-turkiyeye-donsun/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.