‘İnanıyorsanız, Üstünsünüz’ | Mehmet Ali Şengül
Yol uzun, dünyâ kısa vâdeli bir misafirhâne.. Mü’minlerin omuzlarında, Allah’ın peygamberlere, husûsiyle Efendimiz’e (sav) yüklediği tebliğ ve temsil yükü ve sorumluluğu var. Bu sorumluluğu sırtında taşıyan fertler, âileleler, cemaatler ve milletler, sürekli Allah’a karşı bir tecdit hareketi içinde olmaları gerekmektedir.
Efendimiz (sav), “Îmânınızı; ‘Lâ ilâhe illallah’ ile tecdit ediniz, yenileyiniz’ buyurmaktadır. Âhiret yolcusu, hayat gemisini sürekli yenilemeli, bakımını iyi yapmalıdır. Çünkü, geçmişte ve bugün olduğu gibi, gelecekte de aşılması zor deryâlar, tepeler âhiret yocusunun karşısına çıkabilir.
Efendimiz (sav) Ebu Zer hazretlerinin (ra) şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e;
“-Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin.
-Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.
-Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp.
-Amelinde ihlâslı ol, zirâ herşeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabbin senin yapıp ettiklerinden haberdârdır.”
tavsiyesinde bulunmuştur. (İbn-i Hacer)
İnsan husûsiyle ehl-i îman, bu deryâları geçebilmek için hayat yolculuğunda, haram ve günah denizinde batıp boğulmayacak şekilde yüzmeyi iyi öğrenmeli, dağ ve tepeleri aşacak şekilde tâlimde bulunmalı, hayâtını da Allah ve Resûlüllah’ın emirleri doğrultusunda tanzim etmelidir.
Îmanı yenileme meselesi, devamlılık isteyen bir husustur. Bu yenilenme, mü’minin tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmelidir ki; o devamlı sûrette îmanı derinleştirsin ve nihâyet tahkîki îmana erişsin.
Bu îtibarla her mü’minin, kendi îman gemisini yenilemesi, âhiret azığını tedârik etmesi, sırtındaki yükünü hafifletmesi ve bütün bunları yaparken yalnız Allah’ın rızâsını ve hoşnutluğunu hedeflemesi gerekir.
Mü’minler, insanları aldatıcı değil, inandırıcı ve imrendirici ve başkalarına örnek ve model olacak bir hayat yaşamalıdırlar. Yaratılış gayesine uygun, ahlâk-ı İslâmiyye ve ahlâk-ı Kur’âniyye’ye uygun bir hayat yaşama idealini gerçekleştirmelidirler.
Dâvây-ı İslâm’a gönül vermiş mü’minler, hiçbir zaman dünyevî-uhrevî bir beklenti içinde olmadan, irâdî olarak âhireti bırakıp dünyâya meyletmeden, istiğnâ ruhuyla yaşamalı ve en yakından en uzağa kadar çevresine hâlis bir niyetle güven telkin etmelidirler.
Bu ruhun gerçekleşmesi için mü’minler, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân yeni nâzil oluyor gibi O’na sahip çıkmalı ve hayatlarına mâl etmelidirler. Îmanla şereflenen ilk Sahâbe Efendilerimiz (r.anhüm) Kur’ân’ın üçte biri ancak nâzil olmuştu ki; hak bildikleri ve îman ettikleri dâvâları adına dik durdular, geriye adım atmadılar, her türlü sıkıntılara katlanmanın yanında, Allah ve Resûlüllah yolunda canlarını fedâ ettiler. Ammar bin Yâsirler, Bilâl-i Habeşîler, Mus’ab bin Umeyrler bu gerçeğin en canlı örnekleridirler.
Bugün, îmanla şereflenmiş ehl-i îman, Kur’ân’ın bütününe sâhiptir. On dört küsur asırdan bugüne milyonlarca insanlar O’nu tahrif etmek için uğraşmışlar, ama onun bir harfine bile dokunamamışlardır. Çünkü O’nun sâhibi Allah’tır. O, en doğru şekilde, en doğru söz Sultânı Efendimiz (sav) tarafından, en doğru beyanlarıyla tefsir edilerek ümmet-i Muhammed’e (sav) emânet edilmiştir. Mü’minlere düşen vazîfe de, O’na sahip çıkmak, emir ve yasakları doğrultusunda hayatlarını tanzim etmektir.
Âl-i imran sûresi 103.âyette Allah (cc); “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın!...” buyurmakta, Allah Resûlü Efendimiz (sav) de; “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin” gerçeğini hatırlatmaktadır. (Suyûti)
Yanılmayan ve yanıltmayan Kelam-ı İlâhi ve Sünnet-i Resûlüllah (sav) bizler için ne güzel rehberdir!
İnsanı husûsiyle ehl-i îmânı, insan dışındaki bütün canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisi de, sorumluluk şuuru ve mes’uliyet duygusudur.
Efendimiz (sav), “Benden sonra sımsıkı yapışıp gereğince amel ederseniz, aslâ yanlış yola gitmiyeceğiniz iki emânet, iki rehber bırakıyorum size. Bunlar Allah’ın kitâbı Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân ve benim Sünnetimdir.” buyurmuşlardır. (Hâkim)
Allah (cc) yanılmaktan ve yanıltmaktan münezzehtir. Resûlüllah Efendimiz (sav), ufku kararmış insanlığın dünyâ ve âhiret hayâtını aydınlatmak, saâdet-i dâreyni insanlığa kazandırabilmek için, şefkat ve merhameti sonsuz Allah tarafından Hâtem-ün Nebî olarak vazîfelendirilmiş bir rehber, bir mürşid, bir tesellicidir.
O (sav); sözleriyle, tavır ve davranışlarıyla hep Allah’ı hatırlatıyordu. Onun için yüce Mevlâ (cc); “...O’nun emrettiği şeyleri eksizsiz yerine getirin, nehyettiği şeylerden de içtinâb edin, kaçının!” buyurmaktadır. (Haşir,7)
Efendimiz’i (sav) öldürme niyetiyle evinden çıkan Hz.Ömer (ra), eniştesi Saîd (ra) ve kızkardeşi Fâtıma (r.anhâ)’nın; ‘Öldürsen de dönmeyeceğiz’ diyerek îmanlarında sebât edip dik durmaları neticesinde Hz.Allah, Ömer’in (ra) kalbini yumuşatmış, o da gelip Resûlüllah’a (sav) teslim olmuştur.
O Hz.Ömer (ra), Allah’a öyle samîmi ve gönülden îmân etmiş, îmânını inkişâf ettirmiştir ki, Allah O’nu kıyâmete kadar adâletin temsilcisi, halîfe-i rûy-i zemin olma şerefine yükseltip yüceltmiştir.
İşte bu şerefe mazhar olmuş Hz.Ömer (ra); (Ölüm gelip) ‘Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesâba çekiniz’ tavsiyesinde bulunmuştur.
Hz.Ali (ra), Hz.Ömer (ra)’in halife olarak idâreciliği döneminde şöyle dediğini rivâyet etmiştir: ‘Hz.Muhammed’i hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir kuzuyu veya bir oğlağı kurt kapsa korkarım ki, onun hesâbı Ömer’den sorulur!’
Evet Hz.Ömer (ra), ‘Kenâr-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu, gelir de adl-i İlâhi Ömer’den sorar onu!’ hassasiyetiyle yaşamış ve insanlığa örnek olmuştur.
Allah’ın dinine sâhip çıkmanın, dünya barışına katkıda bulunmanın dışında hiçbir kötü düşünceye sâhip olmayan, îmânı, ahlâkı, fazîleti muhtaç gönüllere duyurabilme gayreti içinde çırpınan, rüyâlarında bile görmedikleri terör ismiyle karalanmaya çalışılan, kadın, çocuk, hasta, yaşlı demeden zulmedilen bu insanları; müslüman sıfatıyla yalan, isnat ve iftirâlarda bulunarak zulmedip, onları yok etmeye çalışan zâlimleri Allah görüyor, biliyor.
Allah (cc); bugün olmasa bile yarın bu zâlimlerden mazlumun hakkını alarak gözyaşlarını silip, zâlimlere de hak ettiği cezâyı mutlakâ verecektir.
Denizlerde, ırmaklarda masum yavruların annelerine sarılarak boğulmaları, cesetlerini dalgaların kenara atmaları karşısında, zâlimlerin ve onlara destek verenlerin vicdanları sızlamıyor mu? Acaba Allah (cc), kalplerinden şefkati, merhameti silip aldı da farkında mı değiller? Liyâkati olanların Allah basîretini açsın, bilerek yapanlar hakkında da ‘Allâhümme aleyke bihim’ diyor, onları Rabb-ül âlemin olan Allah’a havâle ediyoruz.
Dünyâ markası hâline gelmiş böyle bir hizmete, insanlar kendi zâviyelerinden bakarak; ‘Acaba dünyâda bunların gâyesi, hedefi nedir?’ gibi kafalarında şüphe ve sorular oluşabilir.
Allah’ın rızâsına kilitlenmiş, farklı farklı kültür ortamlarında neşet etmiş insanları uzlaştırıp, kaynaştırıp, mü’minleri îmanda, diğerlerini de insan olarak kardeş bilme ve bu niyet ve hareketleriyle dünyâ barışına katkıda bulunma gayreti içinde bulunan kalp ve gönül erleri; söz, hâl ve tavırlarıyla bu şüpheleri giderecek şekilde insanlığa güven telkin etmelidirler.
Hakîkat erleri, bulundukları bütün ülkelerde, samîmiyetleri ve davranışlarıyla güven telkin etmenin yanında; rengi, dili, dini ne olursa olsun insan olan herkese insan olduğu için değer vermeli, yaratılan varlıkların en şereflisi olduğunun farkında olabilmesi için telkinde bulunup, yaratanını tanımaya vesîle olmayı en büyük gâye bilmeli ve ömürlerini bu yüce gâyeye göre değerlendirmelidirler.
İftirâlar, yalan ve isnatlar, her türlü zulüm ve tecâvüzler karşısında bile, dâvâsına kendisini adamış yüce ruhlar, hiçbir zaman sırât-ı müstakimden ayrılmamalı, duygu ve düşüncede hep dengeli olmalıdırlar. “Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şâhit olsun...” (Bakara, 143)
Misâfir olarak bulunulan bu dünyâda başa gelen bütün belâ ve musîbetler, fitne ve mihnetler, hak yolda olmanın ve bulunmanın değişmez kaderidir. Ehl-i îman olarak mü’minler, karşılaştıkları bu zulümler karşısında, Efendimiz’in (sav) ve Sahâbe-i Kirâm’ın katlandığı gibi dişini sıkıp sabretmeli, dünyâ kamuoyuna Allah ve Resûlüllah’ı (sav), din-i Mübîn-i İslâm’ı ve müslümanları sevdirmelidirler.
Bununla beraber aynı kaderi paylaşan ehl-i îmanın, birbirleriyle basit şeylere takılıp didişmelerden, hissî harekette bulunmalardan ve vahdet-i rûhiyeyi sarsıcı her türlü şeylerden uzak durmaları gerekmekte ve kendilerine ait olmazsa olmaz vazîfeleri, her ne pahasına olursa olsun geriye adım atmadan temsil etmeleri gerekmektedir.
Âlem-i İslâm’ın şu anki durumundan dolayı, insanlar ve müslümanlar İslâm’dan nefret edip uzaklaşmaktadırlar. Dünyânın birbirine karşı kin ve nefretle baktığı böyle bir dönemde, ortak akılla barış dili ve ortamı oluşturmak, bu mevzûda inandırıcı proje ve planlar geliştirmek ve bunları hayata geçirmek suretiyle ümit telkin etmek gerekmektedir. Bu mevzûda gerçek mü’minlere büyük sorumluluk düşmektedir.
İnsanlar hakka, hukûka, adâlete, demokrasi ve insan haklarına riâyet ettiği ölçüde icraatları alkışlanır, desteklenir ve kendilerine güven duyulur. İnandığı halde kendi insanını kendi ülkesinde yaşama hakkı tanımadan, bütün servetlerine el konularak kovulan halis muhlis insanlara sahip çıkan medenî ülke insanları bunun en canlı örneğidir.
Buna rağmen mü’min, emniyet ve güven insanıdır. Asayiş ve huzurun temsilcisidir. O bulunduğu her ülkede, her zaman kanunlar çerçevesinde hareket eder. Şartlar ne olursa olsun, nizâmın, adâletin ve insan haklarına saygının yanında yer alır.
Âl-i İmran sûresi 139.âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın. İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz!”
Evet, üstün olmanın, gâlip gelmenin en önemli vasfı; îman-ı iz’an haline getirmiş, gayz, kin ve nefretten uzak, şefkat ve merhametle insanlığa kucak açmış, düşmanın bile takdir ettiği muvâzene unsuru bir insan olabilmektir.
Mehmet Ali Şengül
masengul@samanyoluhaber.com
Kaynak: http://www.shaber3.com/yazar/mehmet-ali-sengul/inaniyorsaniz-ustunsunuz/1309732/
Bu Yayına Yorum Yapın