TÜRK MİLLETİ ‘SAİD-İ KÜRDİ’NİN HÜSNÜ ZANNINA NE KADAR LAYIK OLABİLDİ? | Bülent Keneş
Yorum | Bülent Keneş
Fikirleriyle, başta Türkler olmak üzere, farklı milletlerden on milyonlara manevi rehberlik yapan Üstad Bediüzzaman Said Nursi (Said-i Kürdi diyenler de az değil), acaba biz Türkler konusunda yanılmış mıydı? Ya da bilmediğimiz bir şeyler, yani hepimizin bildiği bir “malum Türkler”in yanısıra kim olduklarını pek bilemediğimiz ve bugünlerde varlıklarına dair pek işaret göremediğimiz “hakiki Türkler” mi var?
Said Nursi bir Kürt’tü. Türkleri seven, müthiş bir hüsn-ü zanla onları açıktan methederek, yüceltmekten imtina etmeyecek kadar Türkperver olan bir Kürt. Peki biz Türkler onun bu methine ve hüsn-ü zannına ne kadar layıktık ya da ne kadar layık olabildik?
Said Nursi, “Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum,” derken acaba gördüklerini mi ifade ediyordu, yoksa görmek istediklerini mi? “Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir,” sözlerini biraz “Soyağacı mı, darağacı mı?” başlıklı yazının, biraz da bugün ülkenin her yanını kasıp kavurmakla kalmayıp sınırları aşan zulümlerin ışığında değerlendirip tarihi bir veri olarak mı almalıyız? Yoksa bu ifadeleri Said Nursi’nin yaşadığı devirde tevafuk ettiği insanlara dair şahsi ve subjektif tecrübeleri olarak mı değerlendirmeliyiz?
BAHSETTİĞİ O UÇAKLAR BUGÜN AFRİN’İ BOMBALAYAN UÇAKLAR MI?
Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Mustafa Sungur, Necmettin Şahiner’in “Son Şahitler” kitabında yer aldığı şekliyle, şunları söylüyordu: “Bir gün, Eskişehir’de, Yıldız Oteli’nin üst katında Hazret-i Üstad’ın odasında hizmetindeydik. Bir kuşluk vakti idi. Beş adet jet uçağı otelin üstünden şiddetli ses çıkararak geçtiler. Pencereler de açık idi. Hazret-i Üstad gülümseyerek, ‘İnşaallah bunlar bir zaman İslamiyete büyük hizmetler edecekler,’ dedi. Ve ilaveten, ‘Sungur, askeriyede bir ruh var. O ruh, benimle dosttur. Bilmiyorum, ya o bir kişidir veya cemaattir; sağdır ve ölüdür; velîdir veya kutubdur. Bilmiyorum, fakat bir ruh var ki; o ruh benimle dosttur,’ diye beyanda bulundular.”
Üstad Bediüzzaman’ın bahsettiği o savaş uçaklarının bugün yüzbinlerce insanın yaşadığı Afrin’i bombalayanlarla aynı uçaklar olduğunu ne kadar söyleyebiliriz? Tam olarak ne olduğunu “bilmiyorum” demekle birlikte kendisiyle “dost” olduğunu söylediği “askeriyedeki o ruh” ile dün Sur’u, Şırnak’ı, Silvan’ı, Nusaybin’i yerle bir eden, halen kendi silah arkadaşlarından binlercesine türlü iftiralar atmak suretiyle onları suçsuz günahsız zindanlara tıkmakla kalmayıp eşlerinin kızlarının ırzına göz dikebilen, dahası Suriye’deki Kürt yerleşim yerlerini havadan karadan bombalayan mevcut ruhun herhangi bir alakası olabilir mi?
Malumunuz Bediüzzaman Said Nursi, 1925 yılında yaşanan Şeyh Said Ayaklanması’na destek verdiği iddiasıyla Burdur’a sürgün edilmişti. Oysa Said Nursi, isyana desteğini isteyen Şeyh Said’e gönderdiği mektupta, “Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyet’e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh ‘kahraman ve fedakar İslam müdafilerinin torunlarına, Türk milletine kılınç çekilmez’ ve ben de çekmem,” demişti.
Şeyh Said’in isyandaki haklılığı ya da haksızlığı hala tarihi bir tartışma konusu ama gerçek şu ki Bediüzzaman Said Nursi’nin “kahraman ve fedakar İslam müdafilerinin torunları” dediği Türkler Kürtlere, Kürtler de Türklere defalarca kılıç çekmekten geri durmadı. Üstad’ın salık verdiği olgunluğu maalesef ne Kürtler ne de Türkler gösterebildi. Belki de ne Kürtler ne de Türkler, Üstad Bediüzzaman’ın gördüğü veya haklarında hüsn-ü zan ettiği gibi, zulmetmekten uzak milletler değildi.
TARİHİ VERİLER ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’I MAALESEF DOĞRULAMIYOR
Tarihi veriler de bu konuda maalesef Bediüzzaman’ı doğrulamıyor. Hala Viyana kapılarına kadar dayanmakla övünen biz Türkler’in, yapıp ettikleriyle Türk olmayanların bilinçaltına işledikleri korkuların; edebiyat, sanat ve tarihi değerlendirmelerle birlikte pek çok Avrupa müzesinde sergilenen korkunç tablolarla bugüne kadar taşınan yaygın dehşet hissinin varlığı sadece “kahramanlıklarından”dan ötürü olmasa gerektir.
Türklerin bazılarını Kürtlerle birlikte giriştikleri zulümlerin, Bediüzzaman’dan öncesi ve sonrası olduğu gibi, bizzat kendisinin yaşadığı döneme denk gelenleri de görmezlikten gelinemeyecek bir yekün oluşturuyor. Bugün insan hakları duyarlılığının kat ettiği yol ışığında dönüp tekrar bakıldığında bu zulümlere dair Bediüzzaman’ın fazlaca kelam etmemiş olmasını ya aktüaliteyle ilişkisini kesmiş olmasının yol açtığı bilgisizliğine ya da, çok küçük bir ihtimal de olsa, bu konulardaki duyarsızlığına bağlamak gerekiyor.
Osmanlı hükûmetinin 1. Dünya Savaşı koşullarında, Ermeni vatandaşlarına karşı gerçekleştirdiği etnik temizlik, tehcir ve katliamlar sonucunda 800 bin ila 1,5 milyon arasında Ermeni’nin katledilmesi, Bediüzzaman’ın “Eski Said” döneminde gözlerinin önünde gerçekleşmişti. Ermeni Soykırımı, erkek nüfusun toptan öldürülmesi ya da askere alınarak zorla çalıştırılması ve sonrasında kadın, çocuk ve yaşlılarla birlikte ölüm yürüyüşü denilen şartlar altında Suriye’de bir çöle sürülmesiyle gerçekleşmişti. Yurtlarından sürülen Ermeniler, sürgün sırasında çok ciddi yiyecek ve su sıkıntısı yaşamış, soygun, tecavüz ve katliamlara maruz kalmıştı. Üstad Bediüzzaman’ın “zulmetmek damarı yoktur” dediği Türkler, bu apaçık zulüm ve korkunç katliamlarla yüzleşme yerine tüyler ürperten bu mirası bügün bile sahiplenmekle meşgul.
Hep Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde kalan Süryani Soykırımı da I. Dünya Savaşı sırasında Türk ve Kürtlerin Süryanilere karşı giriştiği katliam neticesinde gerçekleşmişti. Tıpkı Ermenilerde olduğu gibi, Süryani soykırımı da Bediüzzaman’ın güncel siyasi konularla yakından ilgilendiği “Eski Said” döneminde, yani 1914-1920 yılları arasında gerçekleşmişti. Kuzey Mezopotamya ve kısmen Güneydoğu Anadolu’daki Asuri nüfus zorla göç ettirilmiş ve katledilmişti. Toplam ölü sayısının 270 bin ila 300 bin arasında olduğu ileri sürülmektedir. Ermenilerin aksine Süryaniler, Süryani Soykırımı’nı dünya çapında tanıtma konusunda güçlük çekmiştir. Katliamlardan sağ kalanların çok az olması bunun sebepleri arasında sayılmaktadır.
GAZ VE YANGIN BOMBALARIYLA GİRİŞİLEN DERSİM KATLİAMI KİMİN İŞİ?
1930’ların sonunda Dersim’de gerçekleştirilen soykırım boyutlarındaki katliamdan Bediüzzaman Said Nursi’nin hiçbir bilgisinin olmadığını savunmamız da imkansız. Bazı iddialara göre kendisi de bir Kürt olan devrin Başbakanı İsmet İnönü’nün 18 Haziran 1937’de Dersim için açıkladığı ‘Islahat Programı” insanlık dışı bir soykırımın devreye sokulmasıyla sonuçlanmıştı. 1937-1938 yıllarında Türk hükumeti ile Dersim’deki Alevi aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar sonucu büyük bir katliam yaşanmıştır. Dersim’de devletin mutlak hakimiyetini sağlamak için Türk ordusu bir askeri harekât düzenlemiş ve bu harekât neticesinde, kimi kaynaklara göre, bölgede yaşayan 13 bin 160 kişi katledilmiş, 12 bin civarı insan ise zorunlu göçe zorlanmıştır. Bölgeden Ankara’ya gönderilen raporlarda, kadın ve çocuklar dahil olmak üzere, insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmaktadır.
Aynı şekilde, 2. Dünya Savaşı’nın devam etmekte olduğu 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı kanunla konulan olağanüstü servet vergisi büyük trajedilere yol açmıştı. Üstad’ın zulmetme damarı olmadığını söylediği Türkler eliyle konulan Varlık Vergisi gayr-i müslim azınlıkların sadece mallarının gasbına değil, sürgün edildikleri ağır şartlar altında canlarına da mal olmuştu. Varlık Vergisi’ni ödeyemedikleri için 1,400 gayrimüslim vatandaş çalışma kamplarına yollanmıştı. Sadece Aşkale’ye gönderilenlerden 21’i (bir kaynağa göre 25’i) sert koşullar yüzünden hayatını kaybetmişti. Onlarca insan ise ruh ve beden sağlığını ya da üzüntüden hayatını kaybetmişti. Varlık Vergisi listelerinde toplam 114 bin 368 kişi vardı. Türk devleti zor kullanarak bunlardan 314,9 milyon TL gaspetmişti. Bu tahsilat, 394 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin yüzde 80’ini buluyordu. Varlık Vergisi, Türkiye’deki Rum, Yahudi ve Ermeni vatandaşların hak ve hukuklarını yok saymış, ticaret ve sanayideki etkinliklerini kırmış, onlara ait ticari inisiyatif, servet ve sermayenin Türklere aktarımında kullanılmış ve azınlıklar açısından tam bir yıkım olmuştur.
Üstad Bediüzzaman’ın hayatının son yıllarına denk gelen İstanbul Pogrom’u da İstanbul’da yaşayan Rum azınlığa karşı Türklerin 6-7 Eylül 1955’te gerçekleşen organize bir toplu saldırısıydı. Derin devletin organize ettiği olaylar, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bombalandığını iddia eden yalan haberlerle tetiklenmişti. Resmi rakamlara göre, aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5,300’ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre ise 7 bine yakın gayri menkul tahrip edilmişti. Milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılmış, yağmalanmıştı. İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verilmişti. Türk basınına göre 11, Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştü. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. 6-7 Eylül olayları ile ilgili doktora çalışması yapan Dr. Dilek Güven’e göre ise, ölü sayısının az oluşu gruplara “ölü olmasın” emri verilmesi sebebiyleydi. Güven, resmi rakamlara göre 60 olan o gece tecavüze uğrayan kadın sayısının gerçekte 400’e yakın olduğunu da söylüyor. İşin daha garibi ise işlenen tüm bu suçlar karşısında kimsenin herhangi bir ceza almaması ve olayların üzerinin örtülmesi olmuştur.
BİZZAT KENDİSİNİN MARUZ KALDIĞI ZULÜMLER NURSİ’Yİ YANLIŞLIYOR
Türklerin Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin hüsnü zannına ne kadar layık olduğunu anlamak için sadece Üstad’ın kendisinin maruz kaldığı zulümlere bakmak bile yeterliyken, bu hüsnü zannı boşa çıkarmak için elinden geleni ardına koymayan Türkler, Üstad’ın ölümünden sonra da zulümlerine devam etmişlerdir.
Mesela, 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş’ta Alevilere yönelik tam bir katliam gerçekleştirmişlerdir. 150 kişiyi öldürmüş, Alevilere ait 200’ün üzerinde evi yakmışlar, 100’e yakın işyerini tahrip etmişlerdir. Aynı şekilde, 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da siyasi ve dini temelli olarak yaşanan kanlı olaylarda çoğu Alevi olmak üzere 57 kişi ölmüş, yüzlerce kişi ise yaralanmıştır. Yine, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta yapılan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli Türkler’in radikal İslamcı versiyonları tarafından yakılmış ve çoğunluğu Alevi olmak üzere 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmiştir.
Öte yandan, malum olduğu üzere Türkiye, kökleri Cumhuriyet öncesi yıllara dayanan bir Kürt sorunu yaşamaktadır. Ülkede süregelen demokrasi ve insancıl hukuk açığından dolayı Kürtlerin en tabii sosyal, kültürel ve siyasal hak talepleri karşılanamamış ve bu durum çeşitli aşırıcı grupların istismar edebileceği münbit bir alan oluşturmuştur. Kürt sorunu aynı zamanda toplumsal nefretin oluşmasına yol açmış, devletin ya da toplumdaki aşırıcı grupların fiili kıyımlara yönelmesine fırsat sunmuştur.
1984 yılından beri terör örgütü PKK, bu zemini istismar etmiş ve sadece ölüm vaat etmek suretiyle bile kitleleri yanına çekebilmiştir. Bugüne kadar 50 bine yakın insanın ölümüne yol açan Kürt sorunu çıkışlı PKK terörü, 2000’li yılların başında bir duraksama yaşamış, ancak 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi milliyetçi-siyasal İslamcı ittifakına dayalı yeni siyasi hesapların peşine düşen Erdoğan’ın “çözüm süreci”ne son vermesi üzerine 20 Temmuz 2015 tarihinden itibaren yeniden alevlenmiştir.
SİVİL KÜRTLERİ EVLERİNDE DİRİ DİRİ YAKANLAR HANGİ MİLLETEN ACABA?
Kürt köyleri ve kentleri, belki tarihlerinde ilk defa, aylarca polis ve asker tarafından kuşatılmış ve meskun mahallerde PKK terör örgütü militanlarıyla mücadele iddiasıyla yüzbinlerce sivil Kürt vatandaş evlerinden çıkarılarak göçe zorlanmıştır. Bu süreçte yüzlerce sivil Kürt katledilmiş, tarihi değeri de olan şehirler, yapılar ve evler yerle bir edilmiştir. Konuyla ilgili 10 Mart 2017 tarihinde bir rapor yayınlayan Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu, o güne kadar geçen süreçteki yıkım ve ölümleri kayıt altına almıştır. Raporda, aralarında 800 güvenlik görevlisinin de bulunduğu 2 bine yakın kişinin hayatını kaybettiği, ciddi insan hakları ihlalleri yaşandığı ifade edilmiştir. 25 sayfalık raporda Temmuz 2015 ile Aralık 2016 tarihleri arasında güvenlik güçlerinin operasyonlarında “ağır yıkım, öldürme ve birçok diğer ciddi insan hakları ihlallerine” ilişkin bulgulara geniş yer verilmiştir.
Raporda yer verilen uydu görüntüleriyle bölgedeki 30’dan fazla şehirde “meskun mahallerin ağır silahlarla büyük yıkıma uğratıldığı” kayıtlara geçirilmiştir. Operasyonlar nedeniyle 500 bine yakın insanın evlerinden edildiğine dikkat çekilen raporda, 2016’nın başında, Şırnak’ın Cizre ilçesinde “189 erkek, kadın ve çocuğun haftalarca su, gıda, tıbbi yardım ve elektriğe erişimleri olmadan, evlerinin bodrumunda hapsedildiği, ardından topçu ateşinin neden olduğu yangında öldüğü,” ifade edilmiştir. Bu katliamlardan dolayı tek bir şüphelinin bile tutuklanmadığı, bir kişinin bile soruşturulmadığını kaydeden BM raporunda şöyle denilmiştir: “Bölgedeki yetkililer, aşırı güç kullanımı, ağır silahlara başvurulması ve ölümlere ilişkin soruşturma açmak yerine öldürülen insanları terör örgütlerine katılmakla suçlamış, bu kişilerin ailelerine karşı baskıcı tedbirler almıştır.”
Özellikle Mardin’in Nusaybin, Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçeleri bir kültürel soykırıma uğramış, bu ilçelerdeki binaların yaklaşık yüzde 70’i sistematik bombardımana tutularak tamamen yıkılmıştır. Yaşanan yıkım sonrasında devlet söz konusu bölgeleri kamulaştırmıştır. Bu arada, 10 bin öğretmen de herhangi hukuki bir süreç işletilmeden PKK ile ilişkileri olduğu iddiasıyla kamu görevlerinden çıkarılmış, demokratik yollardan seçilmiş Kürt siyasetçiler ve onlarca Kürt gazeteci hapse atılmıştır. Sivil toplum örgütlerinin kapılarına kilit vurulmuş, özellikle Kürtçe yayın yapan basın kuruluşları ile gazetecilik meslek kuruluşları kapatılmıştır.
PEKİ TÜRK’ÜN TÜRK’E YAPTIĞI ZULMÜN HESABINI KİMDEN SORACAĞIZ?
Türklerin zulmü sadece Türk ya da Müslüman olmayanlara yönelmemiş, çoğunluk itibariyle Türk olan Gülen Hareketi’ni de hedef almıştır. 150 binden fazla insan işlerinden edilmiş, 1 milyonu aşan insan açlığa ve yokluğa itilmiştir. Yüzbini aşkın insan suçsuz yere gözaltına alınmış, onbinlercesinin malvarlıkları gasp edilmiş, 60 binden fazlası hapse atılmıştır. Binlerce insan yurtdışına çıkmak zorunda bırakılırken, binlerce insana sistematik işkenceler uygulanmış, onlarcası gördükleri işkence ve kötü muamele sonucu hayatını kaybetmiştir.
Bu süreçte Üstad Bediüzzaman’ın “zulmetmek damarı yoktur” dediği o “hakiki Türkler”in izine bir türlü rastlanamamış, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin söylemlerinde “necip millet” şeklinde ifade edilen Türklerin yüzde 90’ında ne o bahsedilen necabet ne de nezahet görülmemiştir. Tam tersine, yapılan kamuoyu araştırmalarına da yansıdığı şekliyle, ekser çoğunluğunun sistematik bir şekilde yapılan alçakça, ahlaksızca her türlü zulmün ortağı ya da dilsiz şeytanlar gibi susarak zımni destekçileri oldukları görülmüştür.
Bediüzzaman Said Nursi gibi harikulade bir dimağın, bugün Afrin’de kendilerine herhangi bir tehdit oluşturmayan Kürt halkını tankları, topları, uçaklarıyla bombalayan Türklerin, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, katliamlar, soykırımlar ve zulümlerle olan ilişkilerinin ne olduğunu görmeme, bilmeme ihtimali elbette yoktu. Yine de tarih içerisinde dönemsel olarak sergiledikleri hayırhahlığa minnet kabilinden, Türklerin hep öyle olmalarını arzu ettiği için, belli ki bir temennisini ve tarihi gerçekliklerle pek bağdaştırılamayacak dahi olsa Türklere dair güçlü bir hüsn-ü zannını dile getirmişti.
Bir mensubu olduğum Türkler, ne yazık ki, Bediüzzaman’ın bu temennisine ve hüsnü zannına ne dün ne de bugün layık olmayı başarabildiler…
Bu Yayına Yorum Yapın