Fotoğraf yalan söyler mi | Selahattin Sevi
2013 yılı baharında Reyhanlı’da patlayan bombalar yaklaşmakta olan ‘çatışmalı dönem’in habercisiydi. Mayıs ayı sonunda başlayan ve bir alev topu gibi bütün ülkeyi saran Gezi Olayları ise yakın tarihin en önemli sosyal ve siyasi miladının adıydı.
Çevreci grupların Gezi Parkı Nöbeti’nde olduğu 28 Mayıs sabahında, henüz tanyeri ağarmadan gerçekleşen sert polis baskını ile ilk kıvılcım çakılmıştı. O günün akşamında ise hükümet karşıtı bütün memnuniyetsizler önce parkı, sonra Taksim’i işgal etti. Fakat asıl güç gösterisi direniş yanlısı sol grupların edindikleri iş makinesiyle Beşiktaş’ta bulunan Başbakanlık Dolmabahçe ofisine doğru harekete geçmesiydi. Polisin göstericileri geri püskürttüğü gecenin ertesi günü ise o meşhur “Camide içki içtiler” yalanının tedavüle sokulduğu tarih olarak hafızalara kazındı.
O gece göstericilerin attığı taşlar ve polisin sıktığı gaz ve su ile birlikte plastik patlayıcıların arasında kalanlardan biriydim. Dolmabahçe’yi Beşiktaş’a bağlayan yolun iki yanındaki dev çınarlar basın mensuplarına siper olmasaydı ağır yaralanmak, hatta hayati tehlike yaşamak işten bile değildi. Geri püskürtülen göstericiler şiddeti en kaba haliyle yaşadıkları için sığınabilecekleri tek kapalı alan olan Dolmabahçe Camii’ne kendilerini zor attılar. Tarihi ibadet mekânı bir geceliğine gönüllü doktor ve hemşirelerin görev yaptığı geçici bir hastaneye dönüşmüştü.
Zaman’da çalışan bir foto muhabiri olarak camiye alınmadığım için sabahı bekledim. Kuşluk vakti olduğunda gazetenin haber müdürü Fatih Uğur’la caminin her bir metrekaresini taradık. Sonra kendisinin caminin imamı olduğunu öğrendiğimiz bir kişiyle karşılaştık. “Ne olmuş, camiyi biz açtık, burası Allah’ın evi, kapımıza geleni geri mi çevirelim?” sözü dün gibi aklımda. Daha sonra bu duruşunun bedelini sürgün ve yıldırmalarla ödeyecek olan imam ve müezzin “Bakın” diyerek ayakkabılığa yakın bir yerde bira şişesini gösterdiler: “Hepsi bu!”
Akşamüstü gazeteye döndüğümüzde, meslek jargonuyla, sayfa çatılmıştı ve Zaman’ın manşetinde “Camide içki içtiler” haberi vardı.
Arkadaşım Fatih Uğur’la toplantıda, “Bu haber yalan” dedik ve bütün bakışlar bize yöneldi. O gece ve sabah olan olayları kısaca özetledim, fotoğrafları bir kez daha gösterdim.
Yazı işleri toplantısında sayfa yıkıldı, ertesi gün gazete başka bir manşetle çıktı.
Eğer o gün toplantıya yetişemeseydik bugün hep utanarak hatırlayacağımız o nüsha ve kolektif propogandanın utancı kalacaktı.
Gezi birçok önemli kırılma ve dönüşüm kadar gerçek dışı haber ve fotoğrafların tedavüle sokulduğu bir dönem olarak basın tarihindeki yerini alacak. O kirli çarkı kıran ise boyalı basından çok yeni yeni filizlenmeye başlayan bağımsız gazeteciler ve küçük fotoğraf ajanslarıydı.
Fakat beni en çok hayal kırıklığına uğratan Türkiye’nin hem özel, hem de devlet üniversitelerinde foto muhabirliği ve fotoğraf etiği dersleri veren bir meslek büyüğümüzün bilinçli olarak ‘fake’ fotoğrafları sosyal medyadan paylaşması olmuştu.
Mesela, 2009 yılında Amerika’daki bir polis şiddetinin görüntüsünü sanki Türkiye’deymiş gibi kişisel hesaplarından yayıyordu. Oysa polis şiddeti çok uzaklarda değildi. Her gün göstericilerle birlikte gazeteciler de şiddetten haddinden fazla nasipleniyordu. O günlerde Foto Muhabirleri Derneği ve diğer basın meslek örgütleri olarak bir bildiri bile yayımlamıştık.
Fakat Gezi ruhunu ve gerçeği kirleten imajlar binlerce paylaşım alıyordu ve bu görsellerin doğruluğu sorgulanmıyordu.
Hatta benim çektiğim ve polislerin arasında kalan bir çocuk fotoğrafı İşçi Partili ve Aydınlık çevrelerinde -o zamanlar henüz devletlü olmadıklarından olsa gerek- amacı dışında dolaştırılmıştı ve kimseye bir şey anlatamamıştım.
Gerçek foto muhabirleri alanlarda gaz, tazyikli su, taş ve akla gelen gelmeyen risklerle görevini yapmaya çalışırken durumdan vazife çıkaran ‘hoca’lar bir yıl önce 14 Temmuz’da Diyarbakır’da çekilen ve polis şiddetini gösteren başka bir kareyi ‘Gezi’deymiş gibi servis etmekte beis görmüyordu.
Fakat manüplasyonda zirve Şubat ayında dünyanın bir köşesindeki bir olayı Adana’da olmuş gibi gösteren fotoğraftı: “Adanalıyık, Allah’ın adamıyık” alt yazısıyla bir vatandaşın kalkanlarını çekmiş polislerin üzerine kendini atmasını resmediyordu.
Benim hayal kırıklığımın ötesinde belki bir başka sebebi olur diye isim vermeden o fotoğrafların hepsini ‘google image’dan bularak deşifre ettim ve sosyal medya hesaplarımdan yayımladım. O hocanın yaptığı ilk iş benimle selamı sabahı kesmek oldu.
Yine benim için ilginç olan durumlardan biri o sahte fotoğrafların bazı meslektaşlarım tarafından ‘kabul edilebilir’ bulunmasıydı. Abartıların -kesinlikle karşı olmamıza karşın- notuyla mazur görülmesiydi.
Şimdi Türkiye’deki gazetelere, televizyonlara ve sosyal medyaya baktığımda aradan geçen onca yıla rağmen çok fazla şeyin değişmediğini görmek elbette üzücü. Farkı ise, o dönemde o fotoğrafları yayanları biliyorduk ve çoğu sosyal medya ile sınırlı kalıyordu. Oysa şimdi yalanın ve abartının büyüğünü ana akım medya yapıyor. Ülkenin en büyük yayın kuruluşlarından Habertürk bilgisayar oyununu Afrin cephesinden görüntüler diye veriyor, hükümete yakın bir başka kanal Azeri-Ermeni çatışmalarını ‘son dakika’ diye geçiyor.
Afrin’e yapılan harekatta sivil yaralılara ve can kayıplarına dair fotoğraflar biraz geç bile olsa gelmesine rağmen kamuoyu oluşturmak için aceleci davranılması, gerçeğe ihanet anlamına geliyor.
Yaşananlar sadece Türkiye’ye özgü değil. Geçtiğimiz hafta bir rapor yayımlayan Oxford Üniversitesi Reuters Gazetecilik Çalışmaları Enstitüsü 2018’in en önemli medya gündemini yapay zeka ve platformlarla beraber, “yalan/sahte haber”le mücadele olarak ilan etti.
Yine dünyanın en tanınmış ruhani lideri Papa Francis de “sahte haber yapmanın çok ciddi bir günah” olduğunu söyleyerek günümüz gazetecilerinin haber ahlaklarını eleştirdi.
Evet, basın emekçilerinin sürgünde ve hapiste olduğu bu sansür ve baskı döneminde gerçeği aramak her geçen gün zorlaşıyor. Yine de iyi ki dürüst gazeteciler var. Sayıları az da olsa…
Bu Yayına Yorum Yapın